Bir kelimeyi hiç durmadan art arda tekrarlamaya başladığınızda, bir süre sonra o kelimenin anlamı kaybolur. Hecelerin köşeleri yuvarlanır, harfler birbirine girer. Vurgular silinir, dil peltekleşmeye başlar. Sonunda anlam yok olur. Dildeki bu yitim sadece bu şekilde gerçekleşmez. Farklı olaylarda, basmakalıp olarak kullanılan mesajlarda da aynı kayıp görülür. Son yıllarda bu kaybı devlet adamlarının farklı olaylarda yayınladıkları kınama mesajlarında da hissediyorum. Menfur saldırı, sorumluların bulunup adalete teslim edilmesi, kimsenin şüphesi olmaması gerektiği, en önemlisi de yoğun olarak duyulan ‘kınıyoruz’ ifadeleri. Söyleyeni rahatlatan, söyleneni ikna etmeyen bu sözler üzerinden niyeti taşıma aracı olan dil, işlevini yitiriyor. Bunun son örneğini geçtiğimiz hafta Hasköy Yahudi Mezarlığına yapılan saldırı sonrasında yayınlanan mesajları okurken hissettim. Artık bir şeylerin değişmesi gerekiyor. Sözün eylemle güçlenmesi, caydırıcılığın arttırılması, bu gibi vandal saldırıların hiç yaşanmaması gerekiyor.
Hasköy Mezarlığının tarihine baktığınızda okuduğunuz ilk cümleden ‘Kasımpaşa’da İstanbul’un fethinden önce, yani Bizans döneminde bir Yahudi mezarlığının varlığının bilindiği’ni öğreniyoruz[1]. İstanbul’un fethinden sonra 1582 yılında Sultan Beyazid tarafından verilen 128 dönümlük arazi üzerine kurulan bu mezarlık, sadece Türk Yahudi Toplumunun değil, İstanbul gibi imparatorluklara başkentlik etmiş bir şehrin önemli manevi hatıralarından biri aynı zamanda. Her açıdan çok incitici, üzücü, affedilemez. Burada beni rahatsız eden başka bir şey var. Her ne kadar kişisel de olsa burada paylaşmak istiyorum.
Balkan göçmeni bir ailenin bu ülke topraklarında doğan ikinci kuşağından biri olarak çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim Anadolu kentinde oyun arkadaşlarımdan zaman zaman ‘oranın yerlisi olup olmadığım’ sorulurdu. ‘Peki kimlerdensiniz?’ cevap veremezdim. Benim yerliliğim sadece tek bir onaylama kelimesinden ibaretti. Ama bir türlü kabul görmediğim gibi, karşı tarafı ikna da edemiyordum. Bir gün içlerinden biri ‘büyüklerin hangi mezarlıkta yatıyor, sen söyle ben anlarım kimlerden olduğunuzu’ deyince o an sülalemde tanıdığım herkesin hayatta olduğunu, bu ülkenin mezarlıklarında yatan tek bir akrabamız olmadığını anladım. Benim atalarım, geride bıraktığımız Balkan topraklarındaydılar. O şehirden ayrıldığımızda, arkadaşlarımın hiçbirine doğduğum yere ait olduğumu ikna edememiştim. Belki bu sebeple bir aidiyet duygusu da uzunca bir süre geliştiremedim. Ta ki, yıllar sonra annemi İzmir’e defnedinceye kadar. O gün İzmirli oldum. Oysa ailem ‘memleketten’ geldiklerinden beri Karşıyaka’da yaşıyorlardı. Ama bu yerleşiklik, benim, bu bir türlü nereli olduğumu kabul ettirememe halim yüzünden, kendi içimde yeterli bir neden oluşturamadı. Şimdi Hasköy Yahudi Mezarlığının tarihine baktığımda bu toprakların ‘yerlilerini’ görüyorum. Onların atalarının manevi hatıralarına yapılan bu saldırı daha da canımı acıtıyor.
Dilimizde anlam yitimine uğrayan kelimelerden biri de hoşgörü. Sefarad Yahudilerinin Osmanlı topraklarına kabulü konulu her anma töreni ve hemen her konuşmada Osmanlıların ne denli hoşgörülü olduklarından bahsedilmeden geçilmez. Bir Cumhuriyet çocuğu olarak bu terimi duymaktan son derece sıkıldım dahası resmi tarihimize baktığımda çok karşılığını göremiyorum. Bilakis, Türk Yahudi toplumu (ve bu vatanı paylaştığımız diğer gayrimüslimler), Varlık Vergisi’nden tutun da, 6-7 Eylül İstanbul Pogromu, Neve Şalom Sinagogu saldırısı ve bu son yaşadığımız Hasköy Yahudi Mezarlığı saldırısına kadar pek çok zaman ve olayda siyasi otoritelere büyük hoşgörü göstermiş durumdalar. Bir arada yaşamı desteklemek ve güçlendirmek adına gösterilen bu büyük anlayışın ne derece hoşgörülü bir eylem olduğunun hakkının verilmesi gerekiyor. Dilerim bundan sonra ‘hoşgörü’ kelimesi kullanılırken tüm bunlar da dikkate alınır.
‘Menfur saldırıları kınamayı’ konu alan mesajlara geri dönecek olursak, bu mesajların çoğunun ‘sorumluların en kısa sürede bulunup, cezalandırılması’ temennisi ile bittiğini görürüz. Oysa bundan fazlası gerekiyor. Başka bir yaşam şekline tahammülün giderek silindiği toplumumuzda esas mesele ‘sorumluların bulunup cezalandırılması’ndan çok, bu saldırıların artık hiç yaşanmaması. Burada yapılacak eylemler, dile de anlamını yeniden kazandıracak. Bu konuda dildeki anlamın en iyi örneklerinden birini Shakespeare’in Venedik Taciri oyununda görüyoruz. Shakespeare’in bu oyunu, I. Edward’ın Yahudileri İngiltere topraklarından sürdüğü dönemde tek bir Yahudi tanımadan yazdığını düşününce ondan daha iyisini yapabiliriz gibime geliyor. Beraberce okuyup hatırlayalım:
‘Yahudi’nin elleri yok mu? Organları… Boyu posu… Duyuları, duyguları, heyecanı yok mu? Aynı yiyecekle beslenmiyor mu? Aynı silahla yaralanmıyor mu? Aynı hastalığa yakalanmıyor mu? Aynı yolla iyileşmiyor mu? Hıristiyanlarla aynı kışlarda üşüyüp, aynı yazlarda terliyoruz. Etimizi kesseniz kanamaz mı? Gıdıklasanız gülmez miyiz? Zehirleseniz, ölmez miyiz? Peki ya bize haksızlık ederseniz öcümüzü almaz mıyız? Her şeyde size benzediğimize göre bunda da benzeyeceğiz tabii…’
Barış, sevgi ve karşılıklı anlayış hep bizimle olsun.
[1] https://www.turkyahudileri.com/index.php/tr/tarih/mezarliklar/85-haskoy-ciksalin-mezarligi