Türkiye'de aydınların makus talihi

Hasan Bülent KAHRAMAN Perspektif
27 Temmuz 2022 Çarşamba

Bu gazetede aydınlar hakkında yazdığım yazılara beklemediğim kadar çok değerlendirme aldım. Türkiye’de artık görülmeyen şekilde çok nazik üsluplarla yazılmış değerli görüşler okudum yazılarım hakkında. Ortak paydaları ‘a la carte’ yemeği değil de ‘tabldot’ yemeği seven insanlarımızın “Kime aydın diyeceğiz?” sorusuydu. Bir de herkes beğenmediği bir yazarı, düşünürü ele alıp “Aydın mı diyeceğiz?” diye soruyordu. Bunun üstüne oturup bir yazı daha yazmaya karar verdim.

Evde, çalışma odamda, masamın arkasındaki raf boydan boya ‘aydınlar kuramı’ hakkında yazılmış kitaplarla doludur. Ne hikmetse ve hiç anlamadığım şekilde tam bir aydın yergisi olarak yazılmış Julian Benda’nın Aydınların İhaneti (La Trahison des Clercs-1927) kitabıyla başlayan bir gelenek aydını ‘hain’ ve işlevini yitirmiş insan olarak gösterir. Bugüne kadar yazdığım yazılarda kendisi de Türkiye’nin gerçek aydınları arasında sayılabilecek eski başbakanlardan Bülent Ecevit’in aydınları bu şekilde nitelendirdiğini şu kulaklarımla ve hayretler ederek duydum. Buna mukabil sağ siyasetin kurt politikacısı Süleyman Demirel’den hiç böyle bir şey işitmemiş olmam (yanılıyorsam düzeltirim) üstünde düşünülmesi gereken bir meseledir.

Benda, görüşünü farklı bir açıdan dile getirir, kendi realitesine ters düşen aydından söz ederken kavramını geliştirir. Muhalif olmayan aydınların o konumda olduklarını vurgular. Kısacası muhalif olan aydın iktidar tarafından, muhalif olmayan aydın diğer aydınlar tarafından aynı şekilde nitelendirilecektir.   

Hemen belirteyim: Aydınlar hain değillerdir, ihanet içinde de bulunmazlar. Aydın görüşünü açıklayan kişidir. Bir görüşten ötürü insan hain olmaz. En fazlasından “Öyle düşünüyor” denir onun için. Hain diyenler kendilerine ait doğruyu tek gerçek sanan, başka görüşleri anlamaya kapalı dogmatik insanlardır. Nitekim Türkiye’de Tanzimat’tan beri Batıcı/Batılı aydınlar ‘yerli’ (!) aydınlar tarafından bu şekilde sıfatlandırıldı. Son zamanlarda da Batılı/Batıcı aydınlar daha yerli (!) görüşlerden yana olanları aynı şekilde nitelendiriyor. Bu iki durum aydın konusuna da ayrıca sınıfsal ilişkiler açısından bakmanın gerekliliğini işaret ediyor.

Herhalde ‘bizde aydın yok’ görüşünü işleyen yazıları alt alta koysak ciltler dolusu kitaplar hazırlayabiliriz. Böyle düşünülüyordu, çünkü, önceki yazılarda sözünü ettiğim gibi ‘evrensel aydın’ın peşindeydik. Bir aydın bize gerçekleri söyleyecek, biz de aydınlanacaktık. İkincisi, bu aydın bizim görüşümüze yakın olacaktı. Bu iki koşulu sağlamayan kişi aydın değildi, bizde de aydın yoktu. Bir kere böyle bir aydın artık yok, böyle bir ihtiyaç da bulunmuyor. Evrensel aydından özel aydına geçtik. Evrensel aydın bir ‘kurtarıcı’ olarak düşünülüyordu. Bugün kurtarıcıları da aramıyoruz.

Mevcut koşullara bakarak bizde aydın yok diyemeyiz. Değişen aydın tanımı önümüzü kesiyor her şeyden önce. Üstelik bana göre Türkiye’de hâlâ aydına ihtiyacımız var, aydının mevcudiyeti hâlâ önem taşıyor. Bu saptamanın geçerli olduğu ölçüde de aydınlarımızın mevcudiyetini oluşturan parametreleri sorgulamak gerekir.

Türkiye’de Tanzimat’tın ikinci dönemi olarak nitelendirdiğimiz, ‘hürriyet şairi’ diye bildiğimiz ama özünde tam anlamıyla bir İslamcı olan Namık Kemal’in kuşağından başlayarak, yönetimlerin ana meselelerinden biri, bahane bulup aydınları yok etmektir. (Modern İslamcıların Namık Kemal konusundaki görüşleri henüz yeterince netleşmedi. Onlar da bu düşünür edebiyatçıyı önce sunulduğu şekliyle kabul ettiler. Sonradan yavaş yavaş başka birisi, kendilerine çok yakın bir isim olduğunu anladılar ama bu defa da Abdülhamid düşmanlığı onları ikircikli bir noktaya itti. Ayrıca Namık Kemal’in görüşlerini anlayacak ve akademik açıdan irdeleyecek bir birikim şu anda Türkiye’de sağ/muhafazakâr aydınlar arasında mevcut değil.) Osmanlı biraz daha insaflı sayılabilir. Sürgüne gönderdiği aydınlara maaş da bağlıyordu. Oysa son dönem modernleşmesi sürgün ettiği insanları kendi haline bırakmakta kararlıydı. Cumhuriyet dönemiyse 1925’ten bu yana aydınları ezmekle zaman geçirdi. Her iktidar kendi yaptığını doğru saydı. Ancak son zamanlarda siyasal görüş farkına bakılmaksızın iktidarların tutumu eleştiriliyor. Kısacası 100. yılına eriştiğimiz Cumhuriyet yönetimleri elitlerini tahrip etti ve onların yetişmesi, gelişmesi için önlerine set çekti. Hayır diyen varsa öne çıkabilir.

Maalesef muhafazakâr çevreler de aydın yetiştiremedi. Bunu üzülerek söylüyorum. Gerekçelerini önceki yazılarda yapısal olarak açıkladım. Burada beni daha da sıkan bir başka hususa değineceğim: Son 20 yılda iktidarda bulunan görüş çok yazık ki, aydın üretemedi. Kendisini iktidara taşıyan kadrolardan yararlandı fakat daha sonra hayati bir hata yaptı ve aydınları köşe yazarlarıyla değiştirdi. Hamlesinde çok bilinçliydi. Aydın denen ele avuca gelmez insanla uğraşacağına köşe yazarı denen ve iyice soyutlanmış insanı yaratmayı tercih etti. Aydınla köşe yazarının kesiştiği bir düzlem vardır ve yakın zamana kadar da bu böyleydi.

Son on yılda bu düzlem yok edildi. Aydın diye nitelendireceğimiz köşe yazarları da gündelik olayları belli bir perspektiften ele almakla yetindiler. Kurulan tuzağa düştüler. Analitik perspektiflerini yitirdiler, kuramsal çözümleme yapmaktan kaçındılar. Bir metaforu çok uzun yıllardır kullanıyorum: Dikkat edin, gazeteler magazin eklerine, ekler de gazetelere dönüştü, birbirini ikame etmeye başladı. Zamanında ‘sosyal pornografi’ dediğim bu tutum derece derece herkesi etkiledi. Herkes ve her şey magazinleşti. Bu büyük magazinleşme içinde hangi teorik, analitik, politik perspektif?

Televizyonlarda her akşam karşımıza çıkan ‘tartışmacılar’ bu oyunun devamıdır. Orada birbirine bağıran, hakaret eden, önlerindeki masaları yumruklayan insanları, unvanları ne olursa olsun aydın mı sayacağız? Evet demek için deli olmak gerekir. Peki, yazılı basın bitti diyoruz ama olduğu kadarıyla gazetelere bakalım: bir tek akademik üslupla, anlayışla, ciddiyetle (öyle, akademinin asal özelliği ciddiyettir) yazılmış tek bir, evet, tek bir yazı gören var mı? Daha 1960’larda, 1970’lerde hatta 1990’larda 2000’lerde basın bu türden yazıların meydana getirdiği sayfalarla doluydu. Bugün hala belli bir kuşağın insanları o çalışmaları hatırlıyor. Kimse bu durumu çağın gereği olarak sunmasın. Dünyadaki beş, on büyük gazeteyi izlesin. Bakalım söylediklerim o yayınlarda mevcut mudur, değil midir?

Muhafazakârlar keşke 20 yıllık hatta 1994’ten bakarsanız 30 yıllık iktidarlarında keşke aydınlarını yaratabilseydi. Malumat sahibi olmak, genel geçer ve gündelik bilgiyi içselleştirmek, siyasal polemiklerde bulunmak aydın olmak anlamına gelmez. Aydın tam da bunların dışında, üstünde kalan kişidir. Ontolojik olarak muhafazakâr aydın bunu yapabilir miydi sorusuna yeniden girmem. Cevabım bellidir. Gene de durum bugünkü kadar vahim olmayabilirdi. Muhafazakârlar aydınları açısından 1970’lerin bile gerisindedir. Nitekim ‘kültürel iktidarı kuramadık’ sözü zımnen bu gerçeğin ayırtında olmak ve onu itiraf etmektir.

Sonuç mu? Aydın, Türkiye’de sırrına kademini basmış bir varlıktır. Basının ve her şeyin orta sınıf popülizmine kurban edildiği bir toplumda aydın da payına düşeni alacaktı, aldı.

Yitiren Türkiye oldu.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün