Mesut Yaşar Tufan
“Entelektüel yalnızlığı yanında hissetmediğim tek dostumdu”
Moşe benim liseden arkadaşım. Ancak okul sonrası neredeyse yarım asır vakit geçmiş ve tesadüfü olarak ve ikimiz de birbirimizin çalışmalarından biraz haberdar olarak buluştuk. Benim çok uzun yıllar Fransa’da yaşamış olmam geciktirdi elbette bu karşılaşmayı. Moşe Sarfati olarak bıraktığım arkadaşımı Metin Sarfati olarak bulmuştum. Önce belki iki ismi vardı diye düşündüm. Moşe, Metin’in hikâyesini ve daha birçok tatsız anılarını paylaştı. Ruhunda taşıdığı kırgınlıkları ve benim için de bunların ne kadar aşina oluşuna şaşırmadı beni daha fazla tanıdıkça. Oldukça ilginç bir durum aslında; eski bir arkadaşınızı yıllar sonra tekrar buluyorsunuz, hem tanıyorsunuz hem de bulduğunuz arkadaşınız da sizin gibi bıraktığınız kişi değil artık. Onu yeni baştan keşfedip, tanıyorsunuz.
Bu kadar uzun yıllar sonrası buluştuğum eski dostlarımdan hiç birinde bulamadığım bir düşünce birlikteliği, bir entelektüel uyum, neredeyse aynı duyarlılıklar ve benzer ruh halleri çok kısa sürede bizi birbirimize çok yakınlaştırdı ve birlikte bir şeyler yapmak arzusu hemen ilk buluşmalarda belirdi. İki Medyascope söyleşimizi, “Görünen-Görünmeyen” serisinde bu ruhla başladık. İlk karşılaşmamız pandeminin ilk açılım döneminde Haziran 2020’deydi. Mümkün mertebe en azından her hafta görüşmeye gayret ediyorduk. Pangaltı-Teşvikiye-Gayrettepe üçgenindeki buluşmalarımız gerçekten ikimiz için de son derece keyif vericiydi. Sanırım ikimize de her seferinde yeni bir soluk katıyor, yeni ufuklara farklı ama birbirini tamamlayan bakışlarla yelken açmanın hazzını tadıyorduk. Benim siyaset, sosyoloji, tarih ve yakın coğrafyamızdaki teorik olduğu kadar gazetecilik, belgeselcilik deneyim ve birikimleriyle alan üzerinden doğrudan elde ettiğim sonuçları onun ekonomi ve felsefi bakışıyla tamamlıyor ve bu kadar yalın, bu kadar benzer ve bu kadar ortak düşüncelere sahip olmamıza artık şaşırmıyorduk. Neredeyse birlikte birikimlerimizin bir sağlamasını yapıyor gibiydik. En son Ukrayna Savaşı patladığında da bu konu üzerinden hareketle bir program yapmayı çok düşledik ama bir türlü olmadı.
Son görüşmemiz güneşli bir nisan sonu günüydü. Yine heyecanlı konuşmalar ve tartışmalar sonrası benimle Teşvikiye’den Rumeli Caddesindeki Remzi Kitabevine kadar gelip son kitabını heyecanla bir ithafla imzalayıp bana çocuksu bir heyecanla ve sevinçle hediye etmişti: “Sevgili arkadaşım Mesut’a entelektüel birlikteliğimizde yol almak dileği ile. Teşvikiye Nisan 2022.” Bu kadar güçlü şekilde ve karşılıklı olarak istenen bu dileğin gerçekleşemeyeceğini aklımın ucundan geçiremezdim. Bir daha karşılaşamadık, sadece yazıştık. Kitabı hakkında telefonda konuştuk. Bir araya gelip bu entelektüel ortaklığın keyfini çıkartabildiğimiz sürenin darlığı ise en büyük üzüntüm olacak. Başından sonuna ancak iki sene.
Sevgili Moşe hep kendini bana göre daha karamsar, daha kötümser bulurdu. Ben ise ona göründüğüm kadar iyimser olmadığımı ama kötümserliğin de iyimserliğin de aslında gerçekle yüzleşince fazla farklı olmadığını şaka yoluyla dile getirirdim. Anlattığım bir eski Sovyet fıkrasına çok gülmüştük birlikte. Gulaglar’da iyimser ve kötümserin hikâyesinde İyimser, “Eyvah mahvolduk, perişan olduk, bundan daha beteri olur mu?” dermiş. Kötümser ise, “Olur, olur çok daha beteri de olur” dermiş…
Uzun yıllar sonra ülkeme döndüğümden beri içinde yaşamakta olduğum derin ‘entelektüel yalnızlığı’ yanında hissetmediğim tek dostumdu. Muhtemelen o da benim için de benzer duygular taşıyordu. Bunu yazışmalarımızda da birkaç kez dile getirdi. Moşe’nin ardından kendimi her zamankinden daha yalnız hissediyorum. Keşke bu yazıyı yazmak zorunda kalmasaydım. Bakışlarını ve muzip gülüşünü unutamayacağım. Mutlak ve sonsuz huzur içinde yolun açık olsun sevgili kardeşim.
***
Metin Sarfati iyi ki yaşadı
Levent Safalı
Fransızlar neden Jerry Lewis’i sever? Havrada dualar neden yüksek sesle okunur? Spinoza’nın kitaplığında hangi kitaplar vardı? Rablelais’in kral için hazırladığı ‘zehir’ ne içeriyordu? Bilim adamları halk denetiminde olmalı mı? Bütün liberal günahlar neden Adam Smith’e yüklendi? Osmanlı’nın Yahudilere gösterdiği ‘tolerans’ın arka planı neydi? Zweig ile Kafka asansörde kapalı kalsa ne konuşurlardı? Abelard ile Heloise’in aşkı aşılabilir mi? Marks’ın ‘Yahudi Sorunu’nu ele alışındaki sorunlar, Maimonides’de İbni Sina etkisi, Gnostik düşüncenin ‘Romantizm’de yeniden dirilişi… Issız adaya düşsen Efraim Kishon mu yoksa Aziz Nesin mi yanında olsun isterdin?
Yukarıda saydıklarım ve bunlar gibi yüzlerce konuyu/soruyu konuştuğunuz bir arkadaşınızı kaybetmek kelimenin tam anlamıyla ‘eksilmedir’. Bu fikir arkadaşlığına bir de ‘samimi bir dostluğu’ ekleyin, o zaman belki doğan ‘boşluğu’ sizlere bir nebze hissettirebilirim. Bundan dolayı Sevgili Metin Sarfati’nin ölümü benim için çok sarsıcı oldu.
Son yıllarımız sayısız sohbetler, paylaşımlar birlikte hayal kurmalarla geçmişti. Poseidon Felsefe Feneri’nin destekçisi ve hocalarındandı. Ortak faaliyetlerimiz arasında seminerler düzenlediğimiz, Özgür Üniversite, Odtümist, İktisat Mezunları Cemiyeti, İstanbul Tabip Odası etkinlikleri ilk aklıma gelenler.
Dışa dönük bu etkinlikler buzdağının görünen kısmıydı. Bu etkinliklerde ortaya koyduğumuz düşüncelerimizi ‘pişirdiğimiz’ ortak fikir bir mutfağımız da vardı. Ve işin asıl keyifli ve benim için geliştirici kısmı burasıydı. Düşüncelerimiz, tezlerimiz, yaklaşımlarımız arasındaki ciddi ayrılıklara rağmen ilerletici bir tartışma dinamiğini hep koruduk. Mutfak ortak ama yemekler farklıydı. Yoksa bu bitmeyen geliştirici tartışma süreci devam edebilir miydi?
Genellikle haftalık (yaz aylarında ayda bire düşen) görüşmelerde tarih, edebiyat, felsefe, siyaset ekseninde yüzlerce konuda ‘quodlibet’ tartışmalar yaptık. Bunlar bir ‘hümanist’ ile bir ‘aydınlanmacı’nın kılı kırk yaran sohbetleriydi. Ancak ‘sohbet’ kelimesi sizi yanıltmasın, tarafların hatır ya da tolerans adına tezlerini sulandırmadığı, ‘kısa kırmadığı’ gerçek tartışmalardı.
Bu sohbetlerin ötesinde ‘entelektüel’ üzerine ortak bir çalışma da hazırladık. Bu çalışma ‘Ortaçağ’dan Günümüze Entelektüel’in Serüveni’ başlıklı bir seminer dizisine evrildi. Hazırlığı gibi sunuşu da Özgür Üniversite’de birlikte gerçekleştirdik. Hiç bitmeyen konumuz içinde yaşadığımız coğrafyanın (Bizans’ı da işin içine katsanız bile) değişmeyen entelektüel fakirliği idi. Üstelik kendimizi de ayrı tutmuyorduk bu çoraklıktan, biz farkında olanlardık.
Yapamadıklarımızı saymaya ise sayfalar yetmez. Yarım kalan ‘Der Rerum Natura’ okuması ve “commedia dell'arte ile orta oyunu üzere karşılaştırmalı çalışma” şu an hatırıma gelenler.
Paranın değil felsefenin yolunu seçen bir Yahudi entelektüel, (yine de ortak hesabı öder ama bahşiş bırakmazdı, o detay bana kalırdı) safkan bir hümanist, bir hayvan dostu, bir merak küpü ve çalışkan bir düşünür yıldızlara karıştı. Metin Sarfati iyi ki yaşadı.