Metin Sarfati'nin ardından

Yakın zamanda kaybettiğimiz Şalom yazarı, akademisyen Prof. Dr. Metin Sarfati´yi sevenleri anlattı.

Toplum
17 Ağustos 2022 Çarşamba

Tarabya’nın hüzünlü yazı

Prof.Dr. Ayşegül Yaraman

Tarabya’da Fransız Yazlık Sefaretine dönüşmüş İpsilanti Yalısında Türkiye’nin ilk Fransızca eğitim yapan yüksek öğretim kurumu olan Marmara Üniversitesi Fransızca Siyaset Bilimi ve Fransızca Kamu Yönetimi Bölümü 1980’lerin sonunda kurulmuş ve özellikle 2012 yılında Anadolu Hisarı’na göçene kadar, dönemin konjonktürüne rağmen son derece özgürlükçü ve özgün bir bilimsel marka oluşturmuştur. Gerek öğretim kadrosu gerek öğrenci, bir yanını koruya dayamış bir yanını Boğaz’a vermiş köşk içerisinde tüm mekânsal dezavantajlara rağmen ait olunan üniversitenin çok fevkinde çoğulcu bir farklılık yaratmıştır.

O sıralarda dışarıdan ama çok nitelikli öğretim üyelerinin iştiyakla bölüme geldiği en belirgin ders grubu ekonomi idi; zira sabit kadroda Frankofon bir ekonomist bulunmuyordu… Taa ki Metin gelene kadar… İlk yılının baharında yönetmekte olduğum kimlik konulu bir tezin yürütülmesi sırasında alan çalışması örnekleminde “bu yeni meslektaşın” iyi bir örnek olacağını düşünerek öğrenciyi ona yönlendirdim ve akabinde kendisi bana geldi ve ona son derece uyan soruların arka planındaki şahsi ve pek tabii bilimsel varsayımlarımın birikimini sordu. Ondan itibaren arkadaşlığımız nasıl Tarabya dışına taştı hatırlamıyorum. Her biri birbirinden özgün arabalarıyla beni bürosunun bulunduğu yere kadar ‘attığı’ sırada Teşvikiye’deki komşuluğumuzun ortaya çıkmasına müteakip sosyolojik bir keşif ve keyifle de gittiğimiz halk meyhanelerinde veya sosyetik gece kulüplerinde çok eğlendik. Çok mesafeliliğimize rağmen içten ve candan paylaşımlarımızla zenginleştik; rahatladık. Hayat zaten bir intihar, intihara ne gerek var gibi felsefi tartışmalardan onun Edirne benim İzmir tarihimize, Su’ya ve İdil’e uzanan, ben zaten kolay konuşan o ise aslında kolay açılmayan tavırlarımıza rağmen ortak hafıza yarattık. Doğum günlerimizi kaçırmadık, hassasiyetlerimizi bildik. Ben de hiçbir ilişkide mesafeyi aşmayı sevmediğim halde, onun çıkarı için olduğunu bildiği “sorgulamalarıma” ve bağlı “tavsiyelerime” cevap ve hak verişi de sanırım onu tanıyanlar için ne kadar hakiki bir arkadaşlığımız olduğunun göstergesidir.

3 Temmuz’dan beri sekans sekans anılar düşüyor gözüme; ayrılık dokunaklı olduğu için hüzünleri daha çok hatırlıyorum ama Tarabya’daki mezuniyet partilerinin genellikle açılışını yaptığımız birlikte çılgın danslarımıza yapılan öğrenci tezahüratı da kulağımda çınlıyor. Ama tabii vefa ile ilgili bir yığın paylaşımımız da. En canlısı kemoterapi aldığım sırada arayıp, vergileri kaçırırsın sen şimdi deyip gerekli evrakı isteyerek bu işlerimi üstelik benim yerime düşünerek birkaç yıl onun halletmesi.

Jüri üyeliğinden kitaplara, aynı akademik grupta aslında derslerimizin öğrencide bıraktığı iz üzerine eğitim vermeye uzanan bilimsel ortaklığımız zaten karşılaşma noktamız. Akademiden de örnek bulan kişisel tespitlerim ise kibarlığı, saygısı, şahane babalığı, zarif objelere ilgi ve dikkati, iltifatları, “siz” hitabındaki hakikiliği, candan komşuluğu, kara gün dostluğu…

Tarabya kadromuzdan bu yaz, bir ay arayla iki yıldız kaydı. Aydın Uğur* Bölüm’den ayrıldıktan hemen sonra Metin gelmişti yanılmıyorsam. Hayattan gidişleri de tersten de olsa, peş peşe oldu.

Tarabya hüzünlü; zaten binanın önünden geçenler de biz oradan taşındıktan sonraki metruk haliyle bunu somut olarak görebilirler. Ama Tarabya’yı ‘ekol’ yapan canların tohumları öğrencileriyle sürüyor. Mesele ne bina ne “naçiz vücudun toprak olması” değil iyi ki… O ruh öğrencilerimizde ve anılarımızda yaşıyor. Bu mesleğin en büyük ödül ve tesellisi de bu…

***

“Hatıran bende her dem yeşil bir manolya gibi canlı ve yeşil kalacak…”

Mahmut Polat Birden

Dante’nin Inferno’da giriş cümlesi gibi; Yaşam yolculuğumun tam ortasında, 35 yaşımın erken zamanlarında, yolumu aydınlatan Hocam’ı ama daha da önemlisi 15 yıllık dostumu kaybetmenin acısının ne demek olduğunu öğrenme zorunluluğu ile karşı karşıya kaldım. Evet, hep öğretmişti bana – bizlere, Doğa’nın gereklilikleri ve zorunlulukları olduğunu, Spinoza’nın yoğun etkisi ile. Ruhun fikrinin, doğası gereği Cevher’de yani tümelde de var olduğunu vurgulardı hep. Şimdi, kendi tözü artık olması gereken yere, tümel töze/Cevher’e dönmekte ki zaten hiçbir zaman ondan bağımsız olmadığını düşünür ve anlatırdı. Bunları yazarken yaşadığım ağırlığı hafifletebilecek tek şey de aslında bu düşünden geçiyor; Metin Hocam’ın artık olmak istediği yerde olduğunu düşünmem, tümelde, bilginin kaynağında ve kendisinde, kendi kendisini yeniden gerçekleştirebilme düşüncesi.

Bu topraklar, felsefenin ve ekonomi-politiğin ziyadesi ile değer gördüğü topraklar olmadı, olmamaya da devam etmekte. Özellikle felsefe ile din olgularının aynı düzlemde olduğuna dair inanç ve yönelim, kurumsallaşmış olan din karşısında felsefeyi son derece zayıf bir hale getirirken, buna en güçlü şekilde karşı çıkan kişilerden biriydi Metin Hocam. Belki bir başka coğrafyada bambaşka bir noktada olabilecek ve bu altyapıya her anlamda sahipken, bu coğrafyada düşün anlamında bir şeylerin değişmesi için mücadele etti. Yetiştirdiği her öğrencide elbette bir iz bıraktı ama kendim için baktığımda, bu bir izden fazlasıydı; bana nasıl düşünmem gerektiğini öğretti Metin Hocam. Bakış açımı, düşünme biçimimi, hayata yaklaşımımı ve hatta ilişkilerimi şekillendirmeyi öğretti bana. Hayatın, sadece gün geçirmek olmadığını, insanın amacının olması gerektiğini ve bu gerekliliğin de ancak akıl yolu ile gerçekleşebileceğini zihnime kazıdı.

Artık hayatımda nesne olarak var olmadığını, bir daha oturup kahve içerken zamanı, toplumu ve ahvalimizi konuşamayacağımızı, sesini ancak videolardan-podcastlerden duyabileceğimi bilmek ruhsal bir acı veriyor ki bu bedensel bir acının ötesinde yakıcılığa sahip bir acı. Ama diğer taraftan, O’nun bakış açısı, değer yargıları ve düşünceleri ile baktığımda, Hocam ile asla ayrılamayacak bağlar kurduğumu ve aklımda, düşüncemde ve tavırlarımda her daim O’nun izlerinin var olacağını bilmek, içimi az da olsa bu kasvetten kurtarabiliyor. Işıklar içinde uyu Hocam, hatıran bende her dem yeşil bir manolya gibi canlı ve yeşil kalacak…

***

“Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi”

Mehmet Altan

Sert bir yumruk yemiş gibiyim...
Ağır bir darbeyle boşluğa savruldum sanki... Çok yeni duydum...
Halbuki 3 Temmuz’da ölmüş...
Bu dünyada hiç kimseye ağırlık yapmamak için, kendi hayaletini dolaştırır gibi yerçekimsiz yaşayan Metin Sarfati aramızdan ayrılıp gitmiş.
Bıraktığı çarpıcı ve düşündürücü vasiyetinde ölümünün yirmi gün gizlenmesini istemiş olması, uzun zamandır çektiği hastalığını bir günah gibi en yakın çevresinden bile saklaması, son günlerini kendi yalnızlığında yaşaması... Bunların hepsi kendi yaşam üslubunun uzantıları aslında.
Zaten bu topraklarda Moşe adını alarak doğan günahsız bebeklerin Metin adıyla yaşamak mecburiyetinde kalmaları, onların hayalet gibi yaşamaya ta baştan insafsızca mahkum edilmeleri demek değil miydi?
Rastladıkça onun ‘güvercin tedirginliğiyle’ yaşıyormuş olduğu hissine kapılırdım...
O bitmez tükenmez tedirginlik ve doğduğu andan içine düştüğü sosyal travmalar Metin Sarfati’nin hep ‘varoluş’ sorunuyla boğuşmasına neden oldu...
İktisat profesörü idi ama ömrünü insanın sırrına vakıf olmaya harcadı...
Yüksek bir enerjiyle kitaplar, makaleler, paneller, çalıştaylar, projeler peşinde koşarken iktisat üzerinden hedeflediği hep insana ulaşmaktı...
Gerçeği, kendi yaşamsal macerasıyla özdeşleştirdiği, meftunu olduğu Spinoza’da aradı...
Bizlere vasiyet olarak bıraktığı son kitabı tüm bunların anlamlı özetidir:
‘Yahudi İnsandan İnsan Yahudi’ye’.... Sarfati’nin ölümü beni gerçekten çok üzdü.
Varoluş sorgulamasını hiç bitirmeyen ve hep bunun getirdiği güvencin tedirginliğini yaşayan Sevgili Dostum’u yitirdim…
Moşe dostumu...
Metin Sarfati arkadaşımı, ona yakıştırdığım mısralarla uğurlamak istiyorum:
“Mesela turuncuya, ya da pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden, çok ait olmadan yaşayacaksın.

Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi,

Hem de hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...’’
Onu bir sonsuzluğa emanet ediyorum...

Yaşamda hep aradığı huzuru o sonsuzlukta bulmasını dileyerek... 

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün