Yeterince kanat çırptım, şimdi havalanma zamanı

“Kovulmadığımızı, isteğimiz üzerine kendimize seçtiğimiz bir ülkeye gittiğimizi söylesem de kanmıyorum. Osmanlı Yahudilerinin son züppeliği, kendilerini sürgün saymamaları olmuştur”. “Bu roman Haliç kıyılarında zamanın donmuş gibi göründüğü, içinde biraz olsun yaşama sevinci kıpırdayan getto insanlarının bu zamanı yaşamak için sabırsızlık gösterdikleri neredeyse bir çığlığı dile getiriyor. Romanın kahramanı Rebecca´ya göre üçlü bir lanetle doğuyor kız çocukları onun Juderia´sında; Kadın, Doğulu ve Yahudi olarak”…

Neşe BİNARK Perspektif
17 Ağustos 2022 Çarşamba

Rebecca Gatenyo, Fransa doğumlu senaryo ve roman yazarı Brigitte Peskine’nin ‘İmparatorluk Çökerken İstanbul’da Bir Yahudi Ailesi’ isimli romanının baş kahramanı. Yazar, Rebecca Gatenyo’nun ağzından 20. yüzyılın eşiğindeki bir ‘buena familia’yı (iyi aile) anlatıyor. Aile içindeki karakterler, birbirleriyle ilişkileri, İstanbul’daki Yahudi yaşamı ile Avrupa’daki Yahudilerin yaşamları arasındaki belirgin farkları okumuyorsunuz, adeta yaşıyorsunuz. Hem bir kadın hem de bir Yahudi olarak dar ve kurallarla çevrili bir gettoda boğula boğula hayatının önemli bir kısmını harcayan Rebecca’nın geleceğe dair umutlarını taze tutabilmek için gösterdiği çabalara şahit oluyorsunuz. Bu kitabı ve Rebecca Gatenyo’nun hikâyesinin devamı niteliğinde olan ‘II. Dünya Savaşının Ateşinde Bir Yahudi Ailesi’ kitabını mutlaka bulup okumanızı öneririm. Brigitte Peskine’nin sade ve anlaşılır diliyle Rebecca’nın hayatını derinden takip ediyor olacaksınız ve hissettikleriyle empati kuracaksınız. Rebecca Gatenyo’nun kendini getto dışına attığında da uzaklaşmaya çalıştığı geleneklerin kendini sinsice takip ettiğini kanıksamadan okuyacaksınız. Ancak Rebecca’nın çektiği acıları da derinden hissedeceksiniz. Verdiği kararların nedenini, nasılını sorgulamaktan kendi kendinize vazgeçtiğinizde ise şaşıracaksınız. Okuduklarınız, bir okuyucu olarak sizleri bile pes ettirecek. Bir sonraki Bibliobibuli köşesinde de ikinci kitabı anlatıyor olacağım. Başlıyoruz… Yer İstanbul. 1900’lu yılların başındayız. Bu şehirde yaşayan, 1492’de İspanya’dan sürülen Yahudiler için ise İstanbul hâlâ Konstantinopolis’tir. Rebecca’nın anlatımıyla bir Juderia’ya misafir oluyoruz. Kortejolardaki yaşam hakkında şu satırlarla bilgi sahibi oluyoruz:

“Ahşap bir Osmanlı evinde oturuyorduk. Hiç ışık almayan giriş katının üzerinde, sokağa bakan giyotin pencereli iki oda bulunuyordu. Dış duvarlarda koyu renk tahta kaplamalar vardı. Tahtaboşa yakacak odun yığıyorduk. Cumbaların altındaki kapı öyle alçaktı ki, babam evine girmek için başını eğmek zorunda kalıyordu. Daracık sokaklar, her iki tarafı bizim evimize tıpatıp benzeyen dörtgenlere sınır oluşturuyordu. Çardaklardaki asmalar yolun karşı tarafına uzanıyor, Juderia’yı (Yahudi Mahallesi) orada yaşayanların ilişkilerini yansıtan gerçek bir kafes örgü haline getiriyordu. Mutfaktan ‘kortejo’ya (avlu) geçiliyordu, komşularla paylaştığımız ortak avluya. Yahudi olmayanların aç gözlülüğüne hedef olmamak için sokağa kapalı olan bu evlerin arka tarafları, sardunya, manolya, zakkum, ortanca ve sümbüllerin sarktığı dış merdivenler sayesinde şenleniyordu. Kortejo cemaat hayatının hem yüreği hem harcı hem aynasıydı.”

 İmparatorluk Çökerken İstanbul’da bir Yahudi Ailesi

Yazar: Brigitte Peskine

Tercüme: Elâ Güntekin

İnkilap Kitabevi

Aralık 2005, İstanbul

424 sayfa

1900’lü yılların İstanbul’unda, yazları Prens Adalarında geçiren ekalliyet aileler, tabiri yerindeyse Adaları kendi aralarında bölüşüyorlar. Rebecca’nın anlatımıyla dönemin Adalarda geçirilen yaz tatillerinde şöyle bir resim görüyoruz:

“Ben yazın doğmuşum. Durumu iyi olan Yahudiler Prens Adalarına, özellikle de Sefaradların (İspanyol Yahudileri) toplandığı Büyükada’ya gitmek için kentten ayrılmıştı. Rumlar Burgaz’ı, Ermeniler Kınalı’yı, Aşkenazlar (Doğu Avrupa Yahudileri) da Heybeli’yi yeğliyordu”.

‘Yahudi Cemaati’ kalıcılığının güvencesi: ‘Bayramlar’

Rebecca Gatenyo, o yılların Haliç kıyılarında Hasköy’de buena familiası ile yaşarken, zamanın durduğu, her günü bir öncekinin aynı olan bir hayatı sürüyor. Yazar, Rebecca’ya, bir ‘Yahudi Kızı’ olmak ne demek, inançları, bayramları ve tüm teferruatlarıyla beraber yaşanan bir kimliğin ‘olmalı mıyım olmamalı mıyım’ sorusuna cevabını anlattırıyor. Rebecca romanda, evlerin dört duvarları arasında kapalı hemcinslerinin arasından sadece ve sadece okuyarak sıyrılmasının ince detaylarını da sunuyor okuyucuya. Yaşadığı dönemde muhafazakâr bir kökeni reddetme ve kabullenme arasında gidip gelen ve kendini yetiştirmeyi başarabilen bir kadın olan Rebecca’nın anlatımıyla dönemin ‘Yahudi Bayramları’ hakkında bir fikir sahibi oluyorsunuz.

“Yahudi bayramları, cemaat hayatımızın akışını düzenler; ‘Pesah’dan sonra, Şavuot’tan önce, bugünden itibaren üç Şabat sonra’ denirdi. Bu tarihlerin her birinin bir akidesi, özel yemekleri ve çok belirgin bir havası vardı. Cumartesi neşeli olunurdu. Yom Kipur ve Roş Aşana’da asık suratlı, Purim’de çıldırılırdı. Yahudi takviminin kutlanması özel hazırlıklara yol açar, masraflara ve sadakalara vesile olurdu: Bayramlar, Yahudi cemaatinin ve ekonomisinin temeli, kalıcılıklarının güvencesiydi.”

İstanbul’da yaşayan Yahudi ile Avrupa’da yaşayan Yahudi’nin özgürlük konusunda büyük farklar yaşadığını, bu topraklardan Avrupa’ya göçen Yahudi’nin ise neden buraları unutmak istediğini sorguluyor Rebecca.

“Avrupa’ya kapağı attıktan sonra Osmanlı Yahudileri Hasköy’deki Yahudi mahallesini, Edirne’nin tozunu, İzmir’in bağlarını unutmak istiyordu sanki. Sanki imparatorlukta geçirilen dört yüzyıl, tarihin bir kazası, önemsiz bir ayrıntıydı. Anlamakta güçlük çekiyordum. Aile kavramı içimize öyle işlemişti ki... Evlatlarına kol kanat geren Yahudi anneler, otoritelerine toz kondurmayan babalardı onlar. Oysa birkaç bin kilometre, en sevgi dolu, en saygılı oğlu tam bir yabancıya dönüştürüyordu. Üstelik lanetlenmiyordu da aksine. Ve saygı, sevgi dolu olmayan ben, dağılan bu kentte hapis kalıyordum.”

Kendi eğitimi için ailesiyle mücadele eden Rebecca’nın Notre Dame’de Sion’lu olma durumunu şöyle algılayışına tanık oluyoruz:

“Notre Dame’de Sion’a gideceğim, diye ilan ettim… Ders yılının başlamasını büyük sabırsızlıkla bekliyordum. O gerçek Fransız kızlarla boy ölçüşecektim... Fransızlar katıksız bir egemenlik kurmuşlardı. Zengin, şık, kültürlü Katoliklerdi bunlar; Levanten kızlarla ilişki kurmaya zar zor tenezzül ediyor, Ortodokslara şöyle böyle tahammül gösteriyor, Yahudilerden sakınıyor, tek tük Türk öğrenciyi de yok sayıyorlardı. Ömrümde ilk kez dünyanın bana düşman olduğunu keşfediyordum… Oysa ben okuduklarıma dayanarak, hayattan öğrenecek bir şeyim kalmadığını sanıyordum.”

Soyu korumaya yönelik yasa: ‘Hayatta kalmak’

Rebecca Gatenyo Notre Dame’de Sion’da tutunamıyor, yıllar sonra bir yolunu bulup Fransa’ya gidiyor. Öğretmen olmayı kafaya koyuyor ve bunun için sınavlarını veriyor.

Tam özgürlüğü yakaladığını düşünürken Rebecca’nın hiç aklında olmayan başına geliyor. Kötü bir kader onun için ağlarını İstanbul’da örüyor. Kız kardeşi tifodan ölüyor ve yeğenleri babalarıyla bir başına kalıyor. Bunun Rebecca ile ilgisi mi ne? İşte Rebecca’nın ağzından düşen kelimelerle açıklaması:

“Kız kardeşim Bonjur Coenca’yla evlendiğinde yere atılan bardak kırılmamıştı. Daha o gün, inatçı bir kristalin hayatımı paramparça edeceği yazılmış olmalıydı. Bizde bir yasa vardır. Bunun Sefarad cemaatine özgü olduğunu uzun süre düşünmüştüm, ama bazı Aşkenazler de uyguluyormuş. Halkımızın bütün yasaları gibi, soyu korumaya yönelik bir yasadır bu. Hayatta kalmak... Bu yasaya göre genç bir anne ölecek olursa, yerini bekâr bir kız kardeşi alır. Ölen kadının ailesi, uğradığı zararı karşılamak için kocaya yeni bir eş bulmak zorundadır. Ne de olsa çocuklarla birisinin ilgilenmesi gerekir. Hem böylece maddi çıkar sorunları çözümlenmiş olur. Aynı klanın içindeki bu nöbet değişikliğiyle, ölen kadının drahomasının bir yabancı kadın tarafından har vurup harman savurulması engellenmiş olur.”

Rebecca’ya göre üçlü lanet: Kadın, Doğulu ve Yahudi

İçinde biraz olsun yaşama sevinci kıpırdayan getto insanları, içinde bulundukları zamanı yaşamak için sabırsızlık gösteriyorlar, neredeyse sessiz çığlıklarla günlerini geçiriyorlar. Romanın kahramanı Rebecca’ya göre üçlü bir lanetle doğuyor kız çocukları onun Juderia’sında; Kadın, Doğulu ve Yahudi olarak... Tarihin tuzağına düşmüş bir cemaatin üyesi olmak kadar bu üçlü laneti de taşımak ve ana dili İspanyolca ve dayatma dili Fransızca arasında gidip gelen Rebecca’nın, sonsuz bir özgürlük arayışının peşinde Asya’dan Avrupa’ya ve oradan Amerika’ya sürüklenmesine tanık oluyoruz. Rebecca, yaşamak için ihtiyacı olan sevgiye ve kabule doğduğu dünyanın dışında ulaşabilecek mi? Ve koca bir yaşamın finali, mutsuzluk mu yoksa? Ben okudum, Rebecca ile mutluluğun kapılarını zorlayışına tanık oldum. Sıra sizde... Gelecek yazımda ‘II. Dünya Savaşının Ateşinde Bir Yahudi Ailesi’ kitabının satır aralarında buluşmak üzere, dostlukla.

 

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün