Memleketi uzaktan bakarak yaşadığım bu bir yıl aynı zamanda pek çok şeyin beklenmedik bir hızla değişip dönüştüğü bir zaman dilimi oldu. Hayat değişim üzerine kurulu ve her şey elbet değişir. Ancak bu kadar hızlı bir değişim insanın alışma toleransının hayli üzerinde.
Pandemiden birkaç yıl önce Norveç’in dünyaca ünlü oyun yazarı Henrik Ibsen adına düzenlenen Ibsen Festivali’ne birkaç kere davet edildim. İki yılda bir eylül ayında yapılan bu uluslararası festival sayesinde Oslo benim için bir hafıza mekanına dönüştü. Her gidişimde, oradan ayrılışımla, geri dönüşüm arasında iki kocaman sene değil de birkaç hafta varmış gibime geliyordu. Bu zaman sıçramasının nedenlerinden biri, beni hiç değişmeden bekleyen, bıraktığım gibi karşılayan ağaçlar, sokaklar, mekanlar, hayatın rahat ve yavaş akan telaşsızlığı olsa gerek. Zaman karşısında aslını koruyarak kalabilen her yer, “Tıpkı bıraktığım gibi” duygusunu da güçlendiriyor. Norveç istikrarlı yönetilen bir yer, pek değişmiyor. Kraliyet Sarayının içinde olduğu parktaki büyük ıhlamur ağaçlarının altından hafif yokuş aşağı olan yolu yürüdüğümde önünde Ibsen heykelinin olduğu tiyatroya geleceğimi biliyorum. Ibsen oyunlarından seçilen repliklerin metal harflerle çakılı olduğu geniş kaldırımlardan devam ettiğimde parlamento binasının yanından geçip çarşıya karışacağımı, oraları ‘tıpkı bıraktığım gibi’ bulacağımı biliyorum. Bu bir aşinalıktan öte, insana iyi gelen bir duygu. Kendi yaşam süremizde zamanın o kadar da aşındırıcı olamayacağının iç ferahlatan garantisi.
Bu sadece mekanlar için geçerli değil, insanlar için de böyle. Bazen yıllarca görüşmediğimiz biriyle yeniden karşılaştığımızda aradan hiç zaman geçmemiş gibi hissederiz. Zaman o insana değmemiş, dokunmamış gibi gelir. Oysa durum öyle değildir. İnsan bir başkasında nadiren bulunan o karşılıklı paylaşıma sıkı sıkıya tutunur. Zaman, ruhun pek çok yerini aşındırıp peri bacalarına çevirse de o insanla yaşananları bozamaz. Bu çok kuvvetli bir selin çılgın akışında sevdiğin bir şeylere tutunup akıntıya karşı kendini korumak gibi bir şey.
Zamanın sürtünme kuvvetinin sıfırlandığı bu ilişkilerin çokluğu bir gönül zenginliği olduğu kadar aynı zamanda bir güven alanı. Ne olursa olsun, toza dumana karışarak sürüklenip kaybolmayan, değişmeyen bir şeylerin var olduğunu bilmek insana güven veriyor. Bir araya geldiğimizde birbirimize tutunup o çılgın akıştan kısa süreliğine de olsa kurtularak ufak molalar alıyoruz. Zamanın dokunamadığı her insan ilişkisi, kalbini bir başkasına açıp ‘gel burada dinlen’ diye fısıldayan bir gönül zenginliği aynı zamanda. Norveç’in tersine bu durumun kültürel olarak bizde daha sık göründüğünü düşünüyorum. Hani bari buradan yırtalım istiyorum. Öyle midir, bilemem.
Neredeyse bir yıldır uzaktayım. Kimi günler ‘tıpkı bıraktığım gibi’ bulacağım yerlere ve insanlara özlemim artıyor. Herkes gibi, zamanın hırpaladığı anlarda bir soluklanma molasına, akıştan sıyrılmaya ihtiyacım oluyor. Ne var ki memleketi uzaktan bakarak yaşadığım bu bir yıl aynı zamanda pek çok şeyin beklenmedik bir hızla değişip dönüştüğü bir zaman dilimi oldu. Hayat değişim üzerine kurulu ve her şey elbet değişir. Ancak bu kadar hızlı bir değişim insanın alışma toleransının hayli üzerinde. Bu yüzden de çok aşındırıcı.
Geçenlerde öğrendim, evimin etrafındaki üç apartman yıkılmış. Bırakın koca bir şehri, kendi mahallem bile bıraktığım gibi değil. Dahası kentsel dönüşüm bahanesiyle geçen yaz yıkılan bu binalardan birinin inşaatına başlanamamış bile. Beklenmeyen maliyet artışları nedeniyle yıllarca arka sokağımda sessizce yaşayan insanlar bu yaz yenilenmiş evlerinde oturmak yerine, ne kadar yaşayacakları belli olmayan kiralık evlerinde oturuyor. Hayallerinin yerini koca bir moloz tarlası aldı. Hayatında böylesi beklenmedik ve keskin değişimler olan insanlar aynı kalabilirler mi? İçlerinden gelse bile, kendileri onca yorgunken yüreklerini açıp “Gel şurada soluklan” diyebilirler mi? Yüreğimizin güzel anılarla dolu yerleri birer birer dert odalarına dönüyor. Öyle bir zamana düştük ki, karşımızdakinin ne denli zor bir hayatın içinde olduğunu görüp kendi dertlerimizden utanır olduk. “Derdini söylemene derman bulamaz” günleri geride kaldı. Bazılarımız dertlerini susmak durumunda. Oysa her yük çekene ağır. Bir Norveçli hayatında böyle şeyler deneyimlemiş midir? Deneyimlemişse de bu bizde olan kadar yaygın çapta ve yüksek etki gücünde midir? Hiç sanmıyorum. Zira bu bir yönetim şekli sıkıntısı. İktidarın küçük hayatlarımızın en ince yerlerine kadar sızıp tıpkı bıraktığımız gibi bulacağımıza emin olduğumuz yerleri, insanları lime lime edişi ile alakalı. Bir Norveçli bunu nerden bilsin…
Bu gibi durumlarda yüzümü doğaya döner, onun adaletine güvenirim. Ne var ki, artık mevsimler de değişti. Ne kışlar ne de yazlar tıpkı bildiğimiz gibi değiller. Ancak baharlar hep aynı. Biri her şeyin tazelenip düzeleceğini yılmadan müjdelerken, diğeri olanca renk cümbüşü içinde mutlak bir sona sakince hazırlıyor bizi. Marquez’in ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ geliyor aklıma. ‘Giydikleri dona kadar yabancılara borçlu olunan bir ülkede bazılarının egemenliklerini sanki hiç ölmeyeceklermiş gibi sürdürmek istediklerini’ anlattığı o güzel kitabı. Çok şükür ki doğada hiç ölmeyecekmiş gibi sürdürülebilen bir denge yok ve ne mutlu ki sonbahar geliyor.