Robin Williams, zamanımızın en yetenekli oyuncularından biriydi. İyimserliği ile bilinen, yeri geldiğinde güldüren, yeri geldiğinde ise düşündüren rolleri ile aklımıza kazındı.
Williams, Dead Poets Society (Ölü Ozanlar Derneği -1989) filmindeki Profesör Keating rolü ile en akılda kalan ve başarılı performanslarından birine imza atmıştı. Bu 1950’lerde geçen coming-of-age filminde, Williams, yatılı bir erkek lisesine yeni gelen bir İngilizce öğretmenini canlandırmıştı. Çok katı bir lisede öğretmenlik yapmaya başlayan Keating, normalden farklı metotlar kullanarak öğrencilerinin şiire ilgilerini arttırmaya çalışırken, onlara farklı farklı hayat dersleri vermekteydi.
Williams’ın en önemli filmlerinden biri de Good Will Hunting (Can Dostum -1997). Yine bir coming-of-age draması olan bu film, bu sefer genç bir dâhinin hikayesini anlatır. Matt Damon tarafından canlandıran ve filme adını veren Will Hunting, yoksuldur, üniversiteye gitmek yerine Massachusetts Teknoloji Enstitüsünde temizlikçi olarak çalışmaktadır. Bir gün, orada çalışırken bir tahtada, öğrenciler için çözümü çok zor bir matematik formülü görür ve zorluk çekmeden çözer. Bunun üzerine o formülü oraya yazan profesörün ilgisini çeker ve profesör tarafından takibe alınır. Polisle yaşadığı problemler sonucunda tutuklanan Will Hunting, bu profesörün ricası sayesinde, bir şartla serbest bırakılır. Ondan matematik dersleri alacaktır ve bir psikoloğa gitmeye başlayacaktır. Bu fikir ilk başta iyi görünse de birçok psikolog Will’e yardım edemez. Bunun üzerine profesör, eski bir arkadaşı olan ve Robin Williams tarafından canlandırılan, üniversitede psikoloji öğreten Dr. Sean Maguire’a danışır. Onun gibi çocukluğunda şiddet görmüş olan Maguire, yavaş yavaş Will’i kabuğundan çıkarmayı başarır ve hayatını düzene sokmasına yardım eder.
Çocukların hayatına yön vermek
Bu iki filmin de yoğun bir şekilde akademik bir çevrenin etrafında şekillenmesi, birçok ilginç fikri de önümüze koyuyor. Ölü Ozanlar Derneği’nde, Profesör Keating’in uyguladığı, alışılmışın dışındaki öğretim sistemiyle, bir öğrenciye bir konunun nasıl en iyi şekilde sevdirileceğinin örneğini görüyoruz. Keating, geldiği ilk gün ‘sıkıcı’ ve ‘gereksiz’ olduğunu düşündüğü ders kitaplarını öğrencilerine yırttırıyor ve içinden geldiği gibi konuşmaya başlayarak, eğitim felsefesini bu şekilde dile getiriyor: “Benim dersimde, kendi başınıza düşünebilmeyi ve kelimeler ile dilin tadını çıkarmayı öğreneceksiniz.” Öğrencilerine içlerinden geleni yazmalarını söyleyerek, onlara hayatlarını değiştirecek türden nasihatler vererek, gerçekten öğrendiklerini anlamlandırmalarını ve şiirden haz almalarını sağlıyor. Bunun üzerine öğrencileri, efsanevi ‘Ölü Ozanlar Derneği’ olarak bilinen şiir kulübünü yeniden hayata geçirerek, boş zamanlarında toplanıp şiir okumaya başlıyor. Aldıkları edebi eğitime ilk başta sırf akademik bir zorunluluk olarak bakan öğrencilerin bakış açısı tamamen değişiyor ve şiirden haz almaya başlıyorlar. Şiir ve Profesör Keating’in öğretileri onların hayatlarına bir yön verebilmelerini sağlıyor ve böylece okulda öğrendiklerinden gerçek hayatta faydalanmaya başlıyorlar. Böylece, Keating’in verdiği eğitimin asıl değerini ve farkını görmüş oluyoruz. Örnek olarak filmin ana karakteri Neil, öğretmeni sayesinde edebiyata ve dolayısıyla tiyatroya aşkını keşfederek, oyuncu olmak istediğine karar veriyor. Babasının buna karşı çıkmasına rağmen Neil, kendi çizdiği yolda devam ediyor. Filmin yazarı Tom Schulman’a göre iyi bir eğitim, sadece bir kitaptan okunanı ezberlemekle kalmıyor. Schulman, Neil gibi birçok karakterin hayattan ne istediklerini anlamasını, aldıkları gerçek ‘iyi eğitime’ bağlıyor ve bu eğitimin insanın hayatına yön vermesine yardımcı olması gerektiğini anlatıyor. Zaten lise eğitimi, hayatımızı nasıl sürdürmek istediğimizi anlamamıza yardımcı olmaktan başka ne ise yarar ki?
Good Will Hunting, aynı temayı, yani bir gencin hayatı ve kendisini anlamaya olan uğraşını, bu sefer okul dışı bir örnek kullanarak anlatmaktadır. Bir gencin (Will Hunting) başarıya ulaşabilmek için aklındaki engelleri yıkması gerektiğini keşfetmesiyle birlikte, dışa değil değil içe dönük bir özgelişim türünü sergiliyor. Görüştüğü her psikoloğu yıldırmayı başaran Will, aynı şekilde Robin Williams’ın canlandırdığı karakter, Dr. Maguire’ı da kışkırtmaya çalışıyor. Will’in, doktorun mesleğine, sanatına ve rahmetli olduğunu bilmediği eşine hakaret etmesine rağmen, onunla görüşmeyi sürdürmek isteyen doktor mesleki ahlakını ve tutkusunu ortaya koyuyor. Will’in aslında, geçmişte yaşadığı travmadan korunmak için böyle kapalı ve umursamaz bir tavır sergilediğini teşhis ederek, ondan önceki psikologların tedbirli yaklaşımlarının aksine, onu zorluyor ve sınavı geçiyor. Gerektiğinde ona karşı çıkmaktan ve sesini yükseltmekten korkmuyor. Will’in yumuşamaya ve doktora bağlı konuma gelmeye başlamasıyla birlikte doktorun uyguladığı metodunun etkinliğini görüyoruz. Will, film boyunca, ona bir psikologdan çok baba gibi davranan Dr. Maguire sayesinde, hayatta nelerin daha önemli olduğunu keşfediyor. Onun yeteneğini keşfeden matematik öğretmeninin baskısıyla çok prestijli bir işe başlayacak olan Will, günün sonunda yalnız olmak yerine sevdiği kızla olmayı tercih ediyor ve bir kez daha, insanın kendi çizdiği yolda ilerlemesinin önemi vurgulanmış oluyor. Will gibi bir dahi, çok prestijli bir işe başlayabilecekken, sevdiği kızın dünyada tek olduğuna ve bunun kendisi için daha önemli olduğuna karar veriyor ve onun pesinden başka bir şehre gidiyor. Dead Poets Society’deki olduğu gibi, genç karakter, Robin Williams tarafından canlandırılan akıl hocası sayesinde ‘daha mantıklı’ görünen yol yerine kalbinin sesini dinlemesi gerektiğini keşfediyor.
Varoluşçuluk, kader ve özgür irade
Bir coming-of-age filmi, ana karakterinin büyümesiyle birlikte, onun hayatının ilerleyişini ve geleceğinin şekillenişini bizlere gösterir. Bu konuyu daha iyi bir şekilde keşfetmek için felsefeye başvurmak gerekir. Varoluşçuluk, kader ve özgür irade, bu filmlerde gördüğümüz temalardan birkaçı. Filmlerin başında iki karakterin de gelecekleri dış faktörler tarafından belirlenmiş bulunuyor. Neil’inki babası tarafından, Will’inki ise önce sosyoekonomik durumu, sonrasında da matematik profesörü tarafından. Fakat ikisi de, yeni olasılıklarla karşılaşıyorlar ve gelecekleri değişiyor. Neil, aldığı edebiyat eğitimi sayesinde doktor olmak yerine oyuncu olmaya karar veriyor. Will de öncelikle hayatına temizlikçi olarak devam edecekken, önce prestijli bir iş teklifi almayı başarıyor, sonrasında ise, bunun yerine sevdiği kızın yanında olmayı tercih ederek Massachusetts’ten California’ya doğru yola çıkıyor.
Varoluşçu filozoflar, insan varoluşunun anlamını çözmeye çalışan düşünürlerdir. Onlara göre, onlar gibi biz de kendi varoluşumuza anlam vermekten kendimiz sorumluyuz. Profesör Keating’in de öğrencilerine aşılamaya çalıştığı fikir budur. Onlara, ‘hayatlarını olağanüstü kılmalarını’ söyler ve bunun sayesinde birçok öğrenci, hayatlarına anlam verecek şeyi keşfederler. Öğrencilerden biri için bu eleman bir sevgili iken, Neil için oyunculuk olur. Bu noktada filmin felsefi boyutu ile karşılaşırız. Neil, babasının onun için belirlediği gelecekten uzaklaşarak oyunculuk yapmaya karar verir. Bazıları için bu, bin yıllardır varlığı düşünürler tarafından tartışılan özgür iradenin bir örneği olsa da, bu felsefi prensibe karşı çıkan deterministler diyebilir ki, Neil’in oyuncu olmaya karar vermesi onun hür iradesi ile birlikte aldığı bir karar değildir ve Profesör Keating’in okula gelişi ile tetiklenmiştir, yani onun gelişi olmadan gerçekleşmesi mümkün değildir. Bir fataliste göre ise, Profesör Keating okula gelmeseydi ve Neil oyunculuğa karar vermeseydi bile, Neil ya babasının ona çizdiği geleceği eninde sonunda reddederdi ya da o gelecekte çok mutsuz olurdu ve sonu kötü biterdi. Tabii ki bu noktada, determinist filozof, bu kaderin, Neil’in babasının zihniyeti tarafından, Neil doğmadan önce belirlendiğini iddia edebilir. Hatta, Neil’in isyancı kişiliğinin de babasının katı tavrı yüzünden belirlenmiş olduğunu savunarak bu tartışmaya farklı bir boyut katabilir.
Good Will Hunting’de, Will’in değişen kaderi, aynı şekilde, farklı fikirlere sahip olan filozoflar tarafından örnek gösterilebilir. İlk başta, matematik öğretmeninin onu keşfetmesi, bu öğretmenin o tahtaya o formülü yazmasıyla mümkün olabilir, sonrasında Will’in matematik derslerine başlaması ise tutuklandıktan sonra serbest kalışının şartlarından biri olarak belirlenir. Fakat Will’in o tahtada bulunan problemi çözmesi ve daha sonra farklı bir sebepten tutuklanması kendi verdiği kararların sonucu değil midir? Bu noktada uyumcu bir filozof tartışmaya dahil olarak, özgür irade ve determinizmin bir arada var olabileceğini söyleyerek bir ara yol önerebilir. Aynı şekilde filmin sonlarına doğru gördüğümüz üzere, Will’in başta sevgilisinin peşinden gitmemesi, sonrasında ise iş tekliflerini kabul etmek yerine bir temizlikçi veya bir inşaat işçisi olarak geleceğini kabullenmesi aslında onun başaramama korkusundan kaynaklanmaktadır. Will önce işi kabul eder fakat sonra sevgilisinin peşinden gitmeye karar verir. Ancak hayatta seçeneklerinin olduğunu bir psikoloğun yardımı olmadan anlayamayacak olan Will, hayatının geri kalanını bu olasılıklardan habersiz geçirebilirdi. Bu noktada, Will’in kaderinin aslında Dr. Maguire’ın varlığına ve Will’in onunla karşılaşmasına bağlı olduğu tartışılabilir. Tabii ki, bir fataliste göre, Will eninde sonunda hayatından tatmin olmadığını fark ederek daha farklı seçenekleri mümkün kılmaya çalışacaktır ve eğer fatalist teori doğru ise sonunda prestijli bir kariyere kavuşacaktır. Ancak bu düşünce dizisini yarıda kesen bir eleman vardır: Will’in sevdiği kız. Onun varlığı tamamen şansa bağlıdır. Eğer Will o kızla tanıştığı akşam çıkmamaya karar verseydi ya da çıkıp farklı bir bara gitmeye karar verseydi onunla tanışmayacak ve onunla yaşayacakları ile birlikte yaptığı secim söz konusu olmayacaktı. Bu durum, fatalistler tarafından ‘kader’ kavramı ile açıklanır. Kader, belki de şimdiye kadarki fikirlerin en sübjektif ve en tartışılanı olmak ile birlikte, en basitidir. Belki de bu yüzden, bazı düşünürler tarafından komplike sorunsallardan ‘kolay’ bir kaçış olarak görülmüştür. Kader, kaçınılmazdır ve somuttur.
Bu noktada, bu iki filmin de nasıl, eğitim kadar gündelik bir konudan, varoluşun şartları gibi karmaşık bir konuya vardığını sorgulamaya başlayabilirsiniz. Ama aslında, varoluşçuluk kadar her gün karşımıza çıkan bir konu yoktur. Felsefe hayatımızın gerçekten her noktasında bulunabilir ve hayatımızda karşılaştığımız her probleme felsefi açıdan bakarak çözümler aramaya başlayabiliriz. Ancak bu noktada, beni dinlemeyi bırakıp, Jean Paul-Sartre ya da Nietzsche gibilerine danışmaya başlamak gerekebilir.