‘Yaban Ördeği’
Henrik İbsen’in 1884’te yazdığı ‘Vildanden / Yaban Ördeği’ çağımızın adaletsizliğini, kadına biçilen rolü, ölü geleneklerin hayaletler gibi durmaksızın geri gelişlerini, geleceğe inancımızın gerçek ötesi olduğunu dile getirmesiyle günümüzde de tazeliğini korur.
Nesrin Kazankaya’nın çevirdiği, dramaturg Şafak Eruyar’ın desteğiyle, başarıyla çağımıza uyarlayarak yönettiği ‘Yaban Ördeği’, İbsen’in özünü çağdaş bir drama olarak yansıtan, klasik metinlere çağcıl yorum getirme konusundaysa tiyatro dersi niteliğinde bir çalışma. Teknik olarak çok başarılı ve inandırıcı bir kar fırtınasıyla başlayan oyunda, eserin özü korunurken güncelleme adına yapılan değişiklikler uyarlamayı aşan, tematik ve biçimsel olarak son derece parlak bir yeniden yazma olayına dönüşmüş. İbsen oyununu izlememiş, hatta İbsen’in adını bile duymamış bir seyirci oyundan çıkarken, yeni ve çok etkileyici bir çağdaş yapıt izlemiş olduğunu düşünebilir. Metne getirilen yenilikçi bakış açısı, güncel ve modern sahneleme kadar takım oyunculuğu da kusursuzdur.
‘Çekmeceden Yıldızlara’
Yağız Şanal’ın parlak metni, Küçükçekmece varoşlarında hayallerini keşfetme ve ulaşmanın yollarını bulmaya çalışan üç gencin, varoşun çıkılmaz karanlığına direnme çabasına odaklanır. Bildik insanlar, yaşamlar, çıkış yolları ya da bildik çıkışsızlıklar… Bildik olmayan Şanal’ın ‘Çekmeceden Yıldızlara’ metnindeki ustalıklı ve akıcı anlatımıdır. Ekonomik bir dille üç inandırıcı karakter yaratan Şanal, onların ağzından diğer karakterleri de etkileyici biçimde iç içe geçirir.
Oyunun yönetmenliği birlikte üstlenen Merve Güran, Şakir Güler ve Musa Can Pekcan, su gibi akan tempolu bir iş çıkarırlar. Oyunculukları da birbirinden iyi. Ustalıkla yönetilmiş, iyi oynanmış, katiyen bir ilk oyun izlenimi bırakmayan, son derece profesyonel bir çalışma. Geleceğin önemli bir Türk yazarını keşfetmek için de iyi bir fırsat.
‘Feramuz Pis!’
25. İstanbul Tiyatro Festivali’nde ‘Gabriel’in Düşü’nü çok beğendiğimde samimiyetle yazarı Sema Elçim’e çevrimiçi izlediğim ilk oyunu ‘Feramız Pis!’den pek hoşlanmadığımı belirtmiştim. Sema, o performansın kendi içlerine de sinmediğini, canlı izlersem farklı düşünebileceğimi söyleyip fiziksel gösterisine davet etmişti. İyi ki gitmişim, hem çevrimiçinin canlı performansları aktarırken her zaman iyi sonuç vermeyebileceğini, hem ‘Feramız Pis!’in iyi yazılmış, sahnelenmiş ve oynanmış bir oyun olduğunu keşfettim.
‘Feramız Pis!’, Feriköy’de yıpranmış aile yadigârı apartman dairesinde yoksullukla baş etmeye çalışan Mardin göçmeni Süryani bir ailenin öyküsü. Kendini ailesine adamış, canını dişine takarak ayakta durmaya çalışan anne Zahide, gerçeğin sert yüzünü tebessümle karşılayan, ancak kaçmaya çalıştığı gerçeklerden kopmaya başlayan baba Nebil, üniversiteyi bitirmek üzereyken olanaksız bir aşkın peşinde koşan Can, daha iyi bir yaşam hayal eden lise son sınıf öğrencisi kardeşi Emel ve hepsinin ilgi odağı, mental retard otizm arasında gidip gelen evin ‘büyüyememiş’ ilk çocuğu Feramuz, hayalleri, umutsuzlukları, çaresizlikleriyle aile olarak yan yana durabilmenin ve kendileri olabilmenin yollarını ararlar.
Yönetmen Oğuz Utku Güneş, sahnenin sağ ve solunda oyuncuların sıra bekledikleri üçer tahta sandıktan oluşan kulisleri, oyuncuların sahnelemedeki zamansal değişiklikleri aktarmak amacıyla sayısız kostümle çorabı giyip çıkardıkları, arada birbirlerine ya da sahnedekilere laf attıkları bir mekân olarak oyuna katmış. Takım oyunculuğu müthiş.
‘Gabriel’in Düşü’
‘Gabriel’in Düşü’ savaştan kaçan Suriyeli göçmenlerin Mora Mülteci Kampındaki zorlu şartlara isyan etmelerinin yarattığı kargaşanın kaotik fonunda, aynı zaman diliminde farklı hayatlar süren altı insanın birkaç gününe odaklanır.
Sema Elcim’in parlak metni, görece konforlu hayatlarımızın içinde dahi, gezegende olan bitenden kaçamayacağımızı anımsatır. Berna ile Berk gibi tanımış olabileceği, Mirvan ile Yana gibi belki her gün yanlarından geçebildiği karakterlere getirdiği inandırıcı bakış kadar, olasılıkla hiç karşılaşmadığı, 6-7 Eylül sonrası kabaran nefret ve güvensizlik dalgasının Yunanistan’a göç etmek zorunda bıraktığı Angelos ve Angeliki’yi müthiş gerçekçilikle çözümler.
Çok iyi yazılmış, sahnelenmiş ve oynanmış bir oyun. Yöneten ve dekor tasarımını üstlenen Ahmet Sami Özbudak’ın her zamanki gibi dört dörtlük oyuncu yönetimi kadar, bir kırmızı fularla neler yapılabileceği yaratıcılığın tarifi.
‘Bernarda’
Şair, oyun yazarı, ressam, piyanist, besteci, Federico Garcia Lorca’nın oyunu ‘La Casa de Bernarda / Bernarda Alba'nın Evi’ 1920’ler İspanya’sının kırsal kesiminde hiçbir zaman istedikleri kocayı seçemeyecek kızların zorunlu bekâretinin trajedisidir. İç Savaşın faşist rejiminin eşcinsel bir komünist olduğu gerekçesiyle 38 yaşında infaz ettiği Lorca’nın iç savaş öncesinin toplumsal yapısının alegorisi olarak kurguladığı ‘Bernarda’nın Evi’, falanjistler tarafından acımasızca yönetilen İspanya gibi, baskıyla dize getirilen, geleneklerine bağlı ama içten içe kaynayan bir ülkedir.
Yönetmen Can Ali Çalışandemir’le oyuncu Özge Arslan, Pelin Temur’un yeniden yazdığı tek kişilik ‘Bernarda’nın ev içinde yas ilan ederek kurduğu otoriteyi baskıcı rejimlerin simgesi olarak ele alırlar. Arslan, Erdem Altınses’le birlikte oyun için besteledikleri müzikler eşliğinde beş ayrı kadını canlandırarak otoritenin kadın kimliğine uyguladığı cinsiyetçi baskıyı vurgular. Oyunculuğu, sesi, etkileyici ve güçlü tınısıyla yorumladığı şarkıları, Fandango ve Flamenko esintili çok başarılı dans koreografisiyle dönem İspanya’sını büyük başarıyla yansıtırken, her dans adımı ve /veya her ağıtsal ezgiyle, eldiven değiştirir gibi kişilik değiştirir. Nefes kesici.
‘BirAz Eksik Yaz Gecesi, Biraz Fazla Rüyası’
İsmail Sağır ile Gülhan Kadim, Shakespeare’in, aşkla, sihirle, doğayla, insanla, perilerle dolu komedisi ‘Bir Yaz Gecesi Rüyası’nı, ayrıksı ve komik bir uyarlamayla, ‘BirAz Eksik Yaz Gecesi, Biraz Fazla Rüyası’na dönüştürmüşler.
Kargaşa ve kaos yaratan, yaz gecesi dönümünde sebep olduğu her şeyi tekrar tekrar düzeltmeye mecbur olan gecelerin perisi Puck, bu Thezeus’suz, Hippolita’sız, Oberon’suz, Titania’sız uyarlamada aşkı gördüğü yerde aklı karışan yaramaz bir çocuk değil, yarattığı kargaşayı ustalıkla yöneten bir oyun kurucusu, kaos yaratmaktan ve vakti gelince çözmekten hınzırca keyif alan bir Shakespeare soytarısıdır. Oyunu yöneten, olağanüstü maskları ve kostümleri tasarlayan Candan Seda Balaban ile birlikte dekor ve ışık tasarımlarını üstlenen İsmail Sağır, genç kadrosundan yalın, su gibi akan parlak bir toplu oyunculuk elde eder. Puck’ın repliklerini özgün metne eklemelerle yeniden yazan Gülhan Kadim’se olağanüstü bir Puck olmuş.
Klasiklerin günümüze uyarlaması konusunda tiyatro dersi olabilecek, görsel işitsel müthiş keyifli usta işi bir eğlencelik.
‘Onu Bir Su Birikintisine Atsan İki Günde
Parmaklarının Arası Yüzgeç Gibi Deri Bağlar’
Bertolt Brecht’in henüz ustalık dönemine girmediği ilk dönem oyunlarından, ‘Adam Adamdır’ ile ‘Kuraldışı ve Kural’ı Cenk Dost Verdi, dramaturglar Tülin Ulutürk & Yaşam Özlem Gülseven’in desteğiyle iç içe geçirerek, kolajı aşan, derdini anlatırken hem didaktizmden hem slogancılıktan arındırılmış çok başarılı bir sentez yaratmış. Uyarlaması kadar sıra dışı sahnelemesinde, büyülü fenerden çıkarmış gibi, fondaki beyaz perdeye yansıyan siyah-beyaz dekor ve canlı oyuncuların siluetlerinin bu dekordaki devinimleriyle, gölge oyunumuzu selamlayan müthiş yaratıcı bir görsellik oluşturmuş. Dört dörtlük ekip oyuncuğunda Anıl İnce, oyunun başkişisine parlak bir yorum getirirken, Erden Tunatekin, Müzeyyen Durgun ve Yasemin Ertorun bütün diğer kişileri (dolayısıyla tüm düzeni) canlandırıyorlar. Son zamanlarda izlediğimiz en ustalıklı Brecht yorumu.
İyi seyirler dilerim.