“Güneşin ortalığı kavurduğu öğle saatlerinde bu sokaklar, çıplak ayaklı çocukların ittiği el arabalarından sakınan ve çuval yüklü eşekler üzerlerine pis sular sıçratmasın diye eteklerini toplayan insanlarla dolup taşar. Bağdat´ın öteki yanına kaos hâkim olmuş gibi görünürken, Eski Kent´te hayatın ritmi her zaman olduğu gibi sürüp gitmekte ne istiladan ne de direnişten etkilenerek devam etmektedir”
Bağdat. Sihirli masalların şehri. Büyüsünden geriye bir şey kalmadı. Kırk Haramilerin mağaralarını göremeyeceğiz, Bin Bir Gece Masalları’nı hayal ettirecek sarı tuğlalı binalara artık bakamayacağız. Ya aidiyetiniz bu masallar kentine olsaydı, üstelik aileniz huzur ve güven içinde yaşarken 1950’lerde can korkusuyla ve güvensizlik duygusuyla bu diyarı terk etmiş olsaydı? Ya Babil’in toprağından, havasından, suyundan vazgeçmek zorunda kalan Yahudi bir ailenin ferdi olsaydınız? Ya Londra’da gençliğini ve yetişkinliğini yaşamış batılı biri olarak Babil’in dilini de ruhunu da reddetseydiniz? Günün birinde bir ses, bir tat, bir doku size köklerinizin yaşadığı bu topraklara gidip ötesini bucağını araştırıp kurcalayarak ailenizin kayıp ayak izlerine basabilme fırsatı verseydi, ne hissederdiniz?
Gazeteci yazar Marine Benjamin, yaşanmışlık hikayeleri, belgeler, fotoğraflar ve hatırı sayılır bir bibliyografya eşliğinde okuyuculara bir Bibliyografik Roman okuma şansı sunuyor. Büyük büyükannesi ve dedesi ile başlayan yolculuğuna, anneannesi ve dedesi ile devam ederek yolları anne ve babasına çıkartıyor. Bu serüven dördüncü nesilde yani kendisinde son buluyor.
Bağdatlı Bir Yahudi Ailesinin Hikayesi Babil’de Son Günler
Yazar: Marine Benjamin
Tercüme: Okşan Aytolu
Profil Yayıncılık
Ocak 2008, İstanbul
320 sayfa
Hısım akraba hikayeleri treni kalkıyor
Londra’nın soğuk bir ilkbaharında evinde otururken Bağdat’ın kendisinde bıraktığı imgeleri toplamaya çalışarak kitabı yazmaya başlayan gazeteci yazar Marine Benjamin’in biyografik romanı Bağdatlı bir Yahudi Ailesinin Hikayesi, Babil’de Son Günler kitabı üzerinde düşünmek ve düşündürmek istiyorum. 2008 basımı bu romanı basıldığı yıl okuduğum halde sizler için bir daha okudum. Bibliyobibuli olmak bunu yapmayı gerektirir. On dört yıl boyunca söz konusu romanı okuyarak dijital platformda düşüncelerini paylaşanların çoğunun yaptığı hataya düşmeyeceğim. Yazarın aile bağlarının, hısım akraba hikayelerinin lokomotifine takılıp hikâyeden hikâyeye mutlulukla sıçramayacağım. İlk okuduğumda benim de satırlarına baktığımı, ikinci okuduğumda ise satır aralarında gezindiğimi itiraf etmeliyim. Nedir satırlarda yazanlar ve nedir satır aralarında gizlenenler, sizler bunları okurken bulacaksınız. Tam da bu çizgiden, buyurun başlıyoruz.
Sarı gün ışığı ve nefis kebaplar
Nasıl bir okuyucu olduğunuzu belirleyen bir sınavdan geçiyorsunuz, şimdi yazarın ilk paragrafındaki cümleleri okuyalım ve okuma çizgimizi belirleyelim. Uzun süredir yapmakta olduğum Yahudi Okumaları’ndan mıdır nedir ister roman olsun ister araştırma ister öykü olsun ister makale, önce kendime bir okuma çizgisi belirlemem gerektiğine karar verdim. Baktığım metni görmem gerekiyorsa eğer görmem gerekenleri de bir sistem dahilinde görmeliyim. Ne demek istediğimi roman metinleri üzerinde açıklayacağım.
“İnsanların yüzlerini ve seslerini hatırlamak istiyorum; evlerinin hayran olduğum geleneksel yapısını, kum rengindeki tuğlalarından yansıyan o çok farklı sarı gün ışığını ve lokantalarında yediğim nefis kebapları. Düzenli olarak tekrarladığım bu bellek alıştırmaları, televizyondan bir nakarat gibi yayılan kötü haberlerin bir panzehiri sanki.” Bu paragrafı okuduktan sonra okuyucu ya yazarın kalemiyle panzehir hikayelerle avunacak ya da kötü haberlerin peşine düşecek. Siz de bu kitabı okurken hangi yolu izleyeceğinize karar verin. Ben ilk okumamda gökyüzüne bakıp sihirli halı üzerinde Simbat’ı aradım. Şimdiki okumamda ise yayılan kötü haberlerin peşine düştüm.
Devam ediyoruz. Bu paragrafta görmemiz gereken yazarın otomobilin karartılmış camları ardında güven içinde oluşu değil: “Bundan iki yıl önce ben de Bağdat'taydım ve benzer sahnelere bizzat şahit olmuştum, ne var ki ben rehberimle bir otomobilde güven içindeydim ve olan biteni karartılmış araba camının arkasından seyrediyordum. Savaş sonrası şiddetin ilk sivil hedefi olan Mount Lebanon otelinin bombalanması üzerine, polis kordonunu aşarak yerel basının acısını paylaşmak ve özellikle neden bu otelin hedef alındığına dair öne sürülen varsayımları dinlemek maksadıyla bir grup Batılı gazeteciyle beraberdim. Bir gazeteci, otelin birçok Batılıya ev sahipliği yapması nedeniyle bombalanmış olabileceğini söyledi. Başka bir gazeteci de ‘Otelde çok sayıda Amerikalı Yahudi vardı’ dedi”. Bir paragraf örneği daha paylaşmadan geçemeyeceğim. “O günlerde Bağdat Batılılar için çok tehlikeli bir yerdi ve özellikle doğrudan olmasa da savaş bir ölçüde katkıları olduğu düşünülen yabancılar büyük tehlike altındaydı. Yahudi asıllı Amerikalı bir müteahhit olan Nick Berg, ben Bağdat’a hareket ettikten sadece birkaç hafta sonra idam edilmiş, onu başı kesilirken gösteren video kayıtları bütün dünyayı şok etmişti. Bu ölümle bir savaş sona ererken, aslında kontrol altına alınması çok zor olan başka bir savaş başlamış oluyordu.” Satır aralarında gezmeye devam edelim. Yeni bir kapı aralıyorum, buradan buyurunuz.
Yahudiliğini gizleyen yazar
Bağdat’ı gezerken kendisine rehberlik eden kişiye Yahudi olduğunu söylemekten çekinen yazar bakın bu durumu nasıl açıklıyor: “Ona büyükannemin Iraklı bir Hıristiyan olduğunu söylemiştim, çünkü Eski Kentin içinde bir zamanlar küçük fakat canlı bir cemaate hizmet eden harika bir Ermeni kilisesi olduğunu biliyordum. Daha sonra iyi dost olduğumuz rehberime hiç de önemsiz sayılamayacak bir yalan uydurduğumu itiraf ediyorum şimdi. Bundan ötürü duyduğum suçluluk başımın arkasını bir diken gibi oymaya başlamıştı ve bu diken sürekli zamanla bir çekiç darbesine dönüştü. Benim büyükannem bir Hıristiyan ha! Olacak şey değil! Uydurduğum bu yalan hiç de basit değildi, hatta günahlar silsilesinde onun mezarının üstünde dans etmek kategorisine girecek kadar ağır bir suçtu. Büyükannem mutlaka bir yerlerden parmağını sallayarak imansızlığımı protesto etmekteydi.” Cümlelerin ritmine kapılıp gülümsediysek şimdi bir de düşünelim: Yıl 2004 ve bir gazeteci Yahudi olduğunu Bağdat’ta rehberinden bile gizleme gereği duyuyor. Şalom Dergi’de Sine-Yorum köşemde Holokost filmlerini anlatırken yazdığım “Düşünerek izleyelim” cümlesinin bir versiyonunu Bibliyobibuli’de yazacağım: “Düşünerek okuyalım”. Kendimizi cümlelerin akıntısına kapıp koyuvererek algılarımızın girdabında kaybolmayalım. Öyle okumayı, sadece sabun köpüğü aşk romanlarını anlayabilen zihinlere bırakalım. Aynı zihinler okudukları türde arabesk filmler izlerler, daima mutsuzdurlar, mutluluk kırıntısı peşinde okurlar. Zihnimizi mutluluğa alıştırmayalım ama kalbimizi, ruhumuzu evet…
Bağdat’ın kum rengi binaları
Bu romanı kabarık bibliyografyası nedeniyle bilimsel bir eser olarak değerlendirip kaynaklarını inceleyerek okuyabilirsiniz. Bağdat’ın kelimelerle canlandırılmış anlatımını bulacağınız romanda, bahsedilen dönemlerin Bağdat fotoğrafını gözünüzde canlandırırken, Yahudi ailelerin yaşam biçimlerinin hikayelerini hayal ederken, bölgede yaşayan Yahudilerin hayatta kalmak için verdikleri savaşlar hakkında bilgi edineceksiniz.
“Regina'nın okula gittiği yıllardan itibaren Bağdat büyük bir değişime uğramıştı. Mandacı yönetimin, dışarıdan ithal edilmiş olan kralın ve nüfusu büyük bir hızla artan yerli halkın durmadan değişen, çoğu zaman da birbirine zıt düşen taleplerinin etkisiyle bu başkalaşım 1920'li yıllarda çarpık bir mutasyona dönüşmüştü. Kentin güneyinde Batı mimarisini örnek alan ve nehrin eğimine uyan geniş, ağaçlıklı caddeler boyunca gösterişli, büyük villaların ve tek katlı evlerin sıralandığı birçok yeni banliyö kurulmuştu. Kenti Şam ve Beyrut'a bağlayan ve eskiden Londra-Bağdat arasında haftalar süren yolculuğu sadece dokuz güne indiren otomobil seferleri başlatılmıştı. Yeni Cadde, çevresinde gelişen endüstriye bağlı olarak Bağdat'ın yeni ticaret merkezi olmuştu. Matbaalar, kitapçılar, gümüşçüler, saatçiler, özel ürünler çıkartan fırınlar ve Ladies' Home Journal isimli kadın dergisindeki modellere göre kumaş stoku yapan mağazalar hep burada kümelenmişti. Bu arada Kral da kendisine yepyeni bir köşk yaptırmıştı.” Düşünerek okuyoruz, biliyorum.
Kültürel romantizmin kenti
Yazarın tarifiyle romanın satır aralarına giriyoruz. Bağdat’ın insanı sersemleten dolambaçlı sokaklarında kayboluyoruz. Kum rengi binalarını seyrediyor, yüz yılların küf kokulu havasını içimize çekiyoruz. Tarihin ve kültürel romantizmin kenti Bağdat’ta, yeşil palmiyelerin ve portakal bahçelerinin kokusunda, Dicle kıyısında yapılan piknikler, güneşin kavurduğu öğleden sonralarda evlerde içilen serin limonataları duyumsuyoruz.
“Mart ayında Purim Bayramı zamanında portakal ağaçları çiçek açar, çocuklar topladıkları bu çiçekleri hasır sepetlere doldururdu. Nisan’da kum fırtınası (turab) mevsimi başlar, açık havada uyuyanlar sabah uyandıklarında da üstlerini kaplayan ince bir toz tabakası bulurlardı. Akreplerin evlere dolma mevsimi haziran ve temmuzdu. Ağustos ayında kadınlar ertesi sene için domates salçası ve hurma suyu hazırlarlar, evlerin terasında, yakıcı güneşin altında meyve kuruturlardı. Roş Aşana eylülde ve Sukot ekimdeydi. Böylece dini bayramlar ve mevsimsel işlerle günler, aylar geçip gider, tekrar başa dönülürdü.”
Peki ya başka? Başka, bir Bağdat daha var. Yahudilerin oradan göçmesine yol açacak kadar ırkçı, önyargılı ve nefret dolu bir Bağdat.
Holokost’un unutulmuş pogromu veya Irak Yahudi Cemaati’nde sonun başlangıcı
Yazarın büyük büyükannesi Regina Sehayek Bağdat’da doğduğunda yıl 1905’ti. Irak Osmanlı Devleti’nin bir parçasıydı. Yahudi nüfus neredeyse Bağdat’ın üçte birini oluşturuyordu. Yahudiler kendilerini ayrı bir ırk ya da millet değil de Yahudiliğe inanan Araplar olarak görüyorlardı. 1920’de İngiliz mandası ilan edildi. Bağımsızlık kazanılana kadar eğitimli Yahudiler kentsel yaşamda önemli roller oynadılar. Öyle ki Irak krallığının ilk maliye bakanı Yahudi olan Ezekiyel Sason oldu. Osmanlı Döneminde zımni* sayılan Yahudilerin statüsü iyi niyete bağlı azınlığa döndü. 1930’larda yükselişe geçen Arap milliyetçiliği fikrinin yanında Arap Birliği oluşturma fikri de yükseliyordu. Yıl 1932 oldu. Irak bağımsızlığını kazandı ve Milletler Cemiyeti’ne kabul edildi. Bir yıl sonra Kral I.Faysal öldü ve istikrarsızlık süreci başladı. Irak’taki Alman elçiliğinin Arap milliyetçilerine yaptığı antisemit propaganda ile Yahudi düşmanlığı körüklendi. Irak Arap milliyetçileri önceleri Irak Yahudilerini yandaş Araplar olarak görüyorlardı fakat Nazi propagandaları nedeniyle bu durum değişti. Vatanlarına sadakatlerini göstermeye çalışan Irak Yahudileri, ayrımcılığa ve sert kanunlara maruz kalmaya başladılar. Yahudiler devlet görevlerinden alındı. Yahudi okullarında İbranice ve Yahudi tarihi öğretilmesi yasaklandı. Yahudilere ait mülkler tahrip edildi. Her Yahudi potansiyel casus olarak görüldü. 1-2 Haziran 1941’de Yahudilerin Şavuot Bayramı sırasında, Farhud’da Iraklı Yahudilerin dükkanları yağmalandı, kendileri taciz edildi, yaralandı ve öldürüldü. 1950 yılı Pesah Bayramında da Yahudi mahallesine bomba atıldı. Yazarın düştüğü nota göre ise Farhud’daki dehşet hiç unutulmamışken büyükanne Regina çocuklarıyla beraber önce Kalküta’ya sonra İngiltere’ye göçtü.
Marina Benjamin’in ifadesiyle: “Bu kelime tam bir çöküntüyü ifade ediyor ve Yahudilerin Irak’a karşı olan tutumlarını sonsuza kadar değiştiriyordu. Bu olayla ortak Yahudi kimliği tekrar ortaya çıkıyor ve Yahudilerin çoğu Irak’ın sadakatle bağlandıkları bir ülke olduğu yanılgısından vazgeçiyordu. Çünkü hiç kimse ve hiçbir devlet gücü onların yardımına koşmamıştı.”
Yazar Marine Benjamin bu kitapta, Yahudilerin başlarına gelen nefret, ötekileştirme, ırkçılık ve ön yargıların eşliğinde, ailesinin ayak izlerine basarak onlarla bir araya geliyor. Bir sonraki Bibliobibuli’de görüşmek üzere, Dostlukla.
*Zımni: Anlaşma gereği cizye verme yükümlülüğünü yerine getirmeleri karşılığında dârülislâm topraklarında sürekli oturma hakkına sahip gayrimüslim vatandaşlara denirdi.