Tarihler 1995 yılını gösteriyordu. Plüton gezegeni Yay Burcuna girmiş, kendi ergenlik çağımın fırtınalı süreçlerinin henüz başlarındaydım. 12 yaşını tamamlamış, gençliğe doğru adım atıyordum. Bu süreç içte ve dışta tam da Plüton’un değiştiren dönüştüren yapısına uygun bir yıkım ile gerçekleşiyordu. İçte ve dışta bir dizi kriz yaşıyordum. Nereden geldiğini bilmemekle birlikte bu krizlerden çıkış yolunu yine kendimin bulmam gerektiğini biliyordum. Öncelikle kendimde değiştirmem gereken şeyler vardı, onlarla başlamalıydım. Kendi üzerimde çalıştıkça mücadele ettiğim şeylerin anne ve babamın kendilerinde aşmaya çalıştıkları özellikleri olduğunu anladım. Bizler anne ve babalarımızın rüyaları peşinde koşuyor, onların içte ve dışta aşamadıkları engeller le mücadele ediyorduk. Bu bilgileri keşfettiğimde kişisel gelişim yolculuğumun henüz başındaydım. Peki bizler anne ve babamızın kaderini yaşamak zorunda mıydık? Sizin cevabınızı bilmem ama ben bunu aşma konusunda kararlıydım. Hem onları hepten reddeden bir tavır içinde olmak zorunda değildim. Çünkü ikisi de çok güzel nitelikleri olan sevgi dolu insanlardı. Tek yapmam gereken onlardan devraldığım negatif taraflardan özgürleşmek ve pozitif taraflarını güçlendirmekti. Tabii bu bir günde olmayacaktı. 1995 yılında farkında olmadan çıktığım bu yolculuğun üzerinden 27 yıl geçti ve ben hayal bile edemeyeceğim bir yol kat ettim… Ama hâlâ bu yolda kendimle ve başkalarıyla çalışmaya devam ediyorum. Ve zamanla daha iyi görüyorsun ki esas önemli olan varılacak nokta degil yolun ta kendisi… Zamanın bu sonsuz döngüsünde ne yol bitiyor ne de yolculuk. Sonsuza yapılan bu yolculukta sona ulaşmak diye bir şey var mı? Cevabı bilmemekle birlikte yolda olmaktan memnunum.
Hepimiz bu sonsuz yolculukta birbirimizin yol arkadaslarıyız. Ve sevgili yol arkadaşım sen de bu yazıyı okuduğuna göre yollarımız kesişti demektir. Yazımın başlığında sen suçlu değilsin demiştim.
Gel istersen neden böyle yazdığımı inceleyelim.
Şimdi ve burada iş hayatın, ilişkilerin, evliliğin, kendinle kurduğun iletişimde ve hayatında yaşadıklarından dolayı suçlu değilsin dersem bana inanır mısın? İçinden çıkamadığın olumsuz düşüncelerin olabilir. Hedeflerine ulaşmana engel olan korku duvarlarına çarpıyor olabilirsin. Ve her seferinde kendini aynı döngüyü yaşarken yakalıyor olabilirsin. Peki bunun tek sorumlusunun sen olmadığını söylersem. Evet! Sen değilsin.
28 Temmuz tarihinde Netflix’te ‘Zeytin Ağacı’ adlı bir dizi yayınlanmaya başladı. Başrollerinde Tuba Büyüküstün, Murat Boz ve Fırat Tanış’ın oynadığı dizinin kahramanları yaşadıkları problemlerin kaynağının atalarının deneyimledikleri travmalar olduğu gerçeği ile yüzleştikleri bir çalışmaya katılırlar. Netfix’in Türk yapımı dizisi 100 milyon 420 bin saat izlenmeye ulaşan ilk yerli yapımı oldu. Rekor kıran dizideki çalışmanın ismi ‘Aile Dizimi’.
‘Aile Dizimi’, 1990’lı yıllarda Alman Psikoterapist Bert Hellinger tarafından ortaya atılan bir psikoterapi yöntemidir. Aile dizimi terapisinin çıkış noktası, bireylerin kuşaklar öncesinden başlayarak ailelerindeki bireylerle görünmez bir bağ ile bağlı olduğudur. Bu bağ, bireylerin yaşadıkları olayları, başına gelenleri, geçirdiği psikolojik rahatsızlıkları etkiler. Ailelerde ani ve travmatik ölüm, kaza, intihar, şiddet, suç işleme, kürtaj, anne-babanın rolü gibi ailenin derinden etkilenmesine neden olan olumsuz olayların yaşanması, aile sisteminde bozulmalara veya aile diziminde kopukluklara neden olur. Yöntem bu bilgi üzerine kurulu ve bunların anlaşılıp şifalandırılmasını hedefler.
Aile Dizimi her ne kadar bir terapist tarafından bulunmuş olsa da üzerinde tartışmalar devam etmekte. Fakat genetik alanında yapılan bilimsel araştırmalar bu yöntemi destekleyecek yöndedir. İnsanoğlunu doğrudan etkileyen bir kalıtım mekanizması var ve bu mekanizma DNA dizisinde hiçbir değişiklik olmamasına rağmen çalışıyor. Bunu inceleyen bilim dalına Epigenetik deniyor. Epigenetik, insanların psikososyal bir kalıtım alanını paylaştığını ortaya koyuyor. Yaşanan acıların, savaşların, göçlerin gelecek nesiller üzerinde tahribat yaratabildiğini artık biliyoruz. Örneğin, köleleştirmenin Afrika kökenli Amerikalılar üzerindeki etkisi inceleniyor. Günümüzde yaşayan torunlarının; intihara eğilim, depresyon, duygu durum bozukluklarına daha açık olmaları olasılığı inceleniyor.
Aslına bakarsanız ister psikoloji alanında isterse genetikte yapılan çalısmalar olsun bu bilgi yeni değil. Carl Gustav Jung ‘Kollektif Bilinç’ kavramından bahsettiğinde bu bilgiyi Şaman kabileler üzerine yaptığı araştırmalar ve Asya’ya yaptığı seyahatlerden sonra edinmişti. Yeryüzünde hiçbir bilgi yeni değil. Özellikle batılı anlayış doğunun bilgeliğini alıp kendinin sertifikalı mali yapmakta ya da eğitimine dönüştürmekte fazlasıyla usta(!)
Son yıllarda aile dizimi, şamanik yöntemlerle yapılan atalar çalışması gibi uygulamaların gösterdiği şey, kabile kültürlerinin aksine modern toplumlar olarak atalarımızı hatırlamayı, onurlandırmayı unutmuş, ihmal etmiş olmamızdır. Bazı şamanik ekoller fiziksel görünüşümüzün, sahip olduğumuz duyguların, korkuların, sınırlayıcı inançların yani bugün bize sorun yaratan dinamik etkilerin yüzde 75’inin atalarımızdan geldiğini, yüzde 25’inin ise bu hayattan ve kendi geçmiş hayatlarımızdan gelmekte olduğunu ifade eder.
Afrikalı Şaman Malidoma Some, “Bizim sorunlarımızdan birçoğu atalarımızın bitmemiş hikayelerini, bitmemiş işlerini, bizim üzerimizden gerçekleştirmeye çalışmalarından kaynaklanır. Ölülerini şifalandırmak, atalarını şifalandırmak yaşayanların sorumluluğudur” diyor. Some’a göre biz, atalarımızın dökemediği gözyaşlarını dökebiliriz. Veya onların söyleme fırsatı bulamadığı şeyleri söyleyebiliriz.
Anlayacağınız yaşadıklarımızdan dolayı suçlu değiliz ama onların bize vermek istediği dersi anlayıp kaynaklarını şifalandırmaktan sorumluyuz. Bu ancak bizim elimizde! Siz ne dersiniz?