Hayatın zorlukları karşısında sağlıklı bir dayanma mekanizması oluşturmakla hep mutlu olmayı isteme arasındaki çok da ince olmayan çizgi…
Dertleri küçültmenin bir yolu olsa adına sanat der miydiniz? Okuduğum bir kitapta yazar okurlarına şunu soruyordu: Acı (pain) ve ızdırap (suffering) arasındaki fark nedir? Acı hayatın bir gerçeği, kaçınılamaz bir sonucu, herkesin yaşadığı bir his. Kolumuzu çarparız canımız acır; bir yakınımızı kaybederiz, canımız acır; başımıza talihsiz bir şey gelir, canımız acır… Izdırap ise bizim çektiğimiz acının etrafına katman katman inşa ettiğimiz düşüncelerle büyüyen oldukça geniş hisler yumağı. Örneğin: “Bu neden bana oluyor, neden ben, neden şimdi, niye hep ben, hep beni bulur zaten, benim ne eksiğim var…” Bayılıyoruz acımızı ızdıraba çevirmeye, büyütmeye, kanayan yaraya basa basa acıdan beslenmeye. Oysa ki bir alternatif, olanı olduğu gibi kabul etmek, acıya yer açmak, onu yaşamak ve o sayede yeri geldiğinde arkada bırakabilmek… Ama yok, o üzücü şarkıların içinde boğulmak sanki kanımızda var…
İşin öbür tarafına gelirsek, Instagram'da en çok kullanılan hashtag'lerden birinin #goodvibesonly (sadece pozitif enerjiler) olması sizin için şaşırtıcı mı? Sadece mutlu olmayı istemek insan için var olan kaç duyguyu hiçe saymak demek oluyor? Her zaman mutlu olmak mümkün veya iyi midir? Toksik Pozitiflik tam da bunu anlatmak için kullanılan bir tabir. "İçinde olduğun durum ne kadar kötü veya zor olursa olsun, her zaman pozitif ol" demenin sonuçlarını göstermek için çıkan bir akım da denebilir.
Duygular aslında bizi harekete geçirmek için bize varoluşsal içgüdülerimizden gönderilen ipuçları. Onları görmezden gelmek demek aslında haber almayı çok istediğimiz, fikirlerine çok güvendiğimiz biriyle iletişimimizi kesmemiz anlamına gelmiyor mu? İşin kötüsü, görmezden geldikçe, sesini kıstıkça sesi gerçekten güçsüzleşiyor ve biz alabileceğimiz çok kıymetli mesajları alamıyoruz. Sonra mı? Bir şekilde aşağıya baskıladıklarımız patlayabiliyor. Ve önüne geçilemez bir son…
En çok istenmeyen duygular arasında da mutsuzluk ve öfke yer alıyor.
Oysa onları kucak açarak karşılasak bize hayatımızla ilgili ne güzel ipuçları veriyorlar… Mutsuzluk belki diyor ki "Uzun zamandır gerçekten bana iyi gelen bir şeyle uğraşmadın, benim pillerimi doludur". Belki diyor ki "Kendimi değerli hissedebileceğim, yaparken başarılı olduğum ve bir katkımın olduğu bir uğraşım yok". Belki de "Beni iyi hissettiren insanlardan uzak kaldım, ihtiyaçlarımı duy." Öfke belki "Sesimi duyuramıyorum, anlaşılmıyorum" diyor. Belki "sınırlarım çok ihlal edildi" diyor. Belki de "şu an içinde bulunduğum durumla baş edecek gücü bulamıyorum" diyor. Ama biz bu durumlarda 'iyiye odaklanırsak' aslında bize verilen çok önemli mesajları alıp, onları değiştirme yönünde nasıl bir adım atabiliriz ki?
Good vibes only'miş…
Bir de şu var çok kullanılan: Fake it till you make it (gerçekleşene kadar -mış gibi yap). Kesinlikle -mış gibi yapmanın faydaları var. Mesela mutlu değilken suratınıza yapmacık dahi olsa bir gülümseme yerleştirirseniz, beyniniz yapmacık olduğunu bilmeden mutluluk hormonları salgılıyor ve sonunda gerçekten biraz daha mutlu hissediyorsunuz. Ama işte problem bu değil mi? Mutsuzluğun bize anlatmaya çalıştığını dinlemeden mutlu olmaya odaklanmak. Diğer duygularımıza haksızlık değil mi?
Aslında tek ihtiyacımız alan açmak
İlk duyduğumda anlamakta çok zorlandığım o tabir: ''alan açmak''. Aslında bir seçimi anlatıyor. Dikkatimizi neye verdiğimizi aslında bizim seçtiğimizi bize gösteren çarpıcı, güçlü tabir. Evet, duygularımızın oluşumunun sorumlusu biz değiliz. Duygu gelir, gider. Ama o duygunun içimizde barınmasına, yer bulmasına, duyulmasına, anlamlanmasına karar veren biziz. Ve lütfen, gerekli dozda barınmasına izin verelim. Gerekli dozda kısmı önemli tabi. Acıları ızdıraba çevirir gibi duyguları hak ettiğinden fazla büyüterek değil, ama hissederek. Hislerimizi hissetmemize izin vererek. İçimizdeki çok özel mesajları alıp, zamanı geldiğinde de mesajcının yoluna dönmesine izin vererek.
Evet! Tam da bu, hislerimiz mesajcılar. Biz hislerimiz değiliz, biz acılarımız, öfkelerimiz, suçluluk duygularımız değiliz. Onlar bizim çok kıymetli mesajcılarımız. Onlara yeri geldiğinde baş köşemizde alan açıp, mesajlarını verdiklerinde de yollarına alı koymadan devam etmelerine izin vermeliyiz diyorum. Ne dersiniz? O zaman dertleri küçültmenin yolu onları yaşamak mıymış yani?