Britanya Kraliçesi II. Elizabeth´in geçtiğimiz haftalarda vefatı ile özellikle sosyal medyaya düşen kimi hakaret dolu yorumlar, kendisinin tanık olduğu 70 yıllık hükümdarlığı süresindeki adanmışlığına, ulusunun devletler topluluğu içinde eriyişine getirdiği alternatif söyleme, on yıllar boyunca Londra´nın hükümranlığı altında kalmış halkları, onursal anlamda dahi olsa bir çatı altında tutabilmesine, bunların, ölümünden dolayı üzüntülerini dile getirmelerine, asla gölge düşürmez.
‘Böl ve yönet’ şeklinde özetlenebilecek Britanya’nın yüzyıllara yayılmış emperyalist siyasetinin dünyayı ateşten yumak haline getirdiğini, bugün hâlâ devam eden birçok çekişmenin o dönemlerin mirası olduğunu elbette teslim etmek gerekir. Kıbrıs sorunundan, Filistin sorununa, Hindistan – Pakistan çekişmesine dek ve daha niceleri olmak üzere bu böyle!
Londra’dan sömürgelere yayılan, ’sahip /master’ ezgisi ile yoğrulmuş, üstten bakmacı, hakir görmeci edayla zenginleştirilmiş erkek egemen Britanya diplomasisine karşın, II. Elizabeth’in çöküş sürecini iyi yönettiğini, ülkesinin II. Dünya Savaşından muzaffer çıkmasına rağmen içine düştüğü sıkıntılı zamanlarda, halkının ulusal onurunu korumada gösterdiği başarıyı es geçmemek gerekir.
Vefatında, II. Elizabeth, aralarında Britanya, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda’nın da bulunduğu ülkelerin yanında, Pasifik ve Karayiplerde on beşten fazla eski sömürgesini, Britanya Milletler Topluluğu gibi siyaseten gevşek bir oluşum üzerinden Buckingham’a bağlamış, 70 yıllık hükümdarlığı süresince, 32 bağımsız ülkenin devlet başkanlığını yürütüyordu.
***
Tahtta süregelen uzun dönem, ülkeyi temelden sarsan tektonik değişimlerle başlar. Taç giydiği 1952 yılında, Britanya halkı içinden geçmiş oldukları ve muzaffer bitirdikleri zorlu dönemin moral ve askeri ihtişamını sürüyordu. Başbakan Winston Churchill ve yanındakiler, eş anlamı ile, Hitler ve Nazi rejimini yerle bir edenler Londra’yı parlak günlerin beklediğini hesaplıyorlar, bu anlamda babası VI. George’un vefatı ile 25 yaşında kraliçe olan Elizabeth döneminin önünün açık olduğunu düşünüyorlardı.
Öyle olmadı. Savaşın getirdiği ağır ekonomik tahribat, imparatorluğun uzak yörelerindeki yükümlülüklerini yerine getirememesine, yönetim ve savunma harcamalarına yetişememesine yol açtı. Çözülme başladığında, bunu geri sarmak olası değildi. Britanya, yüzyılı aşkın süredir sürdürdüğü dünya liderliğini kaptırmıştı. ABD ile Sovyetler Birliği, başta Avrupa olmak üzere, dünyanın dört bir yanında, kimi kendinden menkul kimi zorla, paylaşımlarda bulunmuşlar, Londra’ya kalan ise eski günleri yâd etmek olmuştu.
Britanya Milletler Topluluğunun, siyasi bir güç olmaktan uzak, buna rağmen olabildiğince işlevsel bir topluluk olarak ortaya çıkması, Kraliçe için gözetilmesi gereken kıymetli bir olaydı. Birleşik Krallığın etkisini ve liderliğini anımsatacak, yeri geldiğinde pekiştirecek bu oluşum, azalan askeri ve ekonomik gücünü ayakta tutacaktı.
Oysa… Commonwealth olayı pek de gözle görünür bir oluşum değildi. Hükümetler veya kâr amacı gütmeyen bazı sivil toplum kuruluşları dışında sözlü veya yazılı hiçbir diplomatik, askeri, ekonomik metne konu olmuyor, zaman zaman Kraliçe’nin konuşmalarında yer almaktan öteye gitmiyordu.
Büyük Britanya’nın imparatorluk mirası Elizabeth’in dolduracağı makam ile ilgili görüşlerini en genç yaşlarından beri etkilemişti. 1947’de, henüz babası kralken, Güney Afrika’ya yaptığı ziyaretteki konuşması şöyle der: “Kısa veya uzun olsun, bütün hayatımı, hepimizin ait olduğu bu imparatorluk ailesinin halklarının hizmetine adayacağım…”
Bunu anlamak çok zor değil. Geçtiğimiz yüzyılın ikinci yarısına dek Britanya modern bir ulusun özelliklerinden hiçbirine sahip değildi. Savaştan öncesine dek klasik bir imparatorluk görünümünde, onun nitelikleri ya da kısıtları ile hareket eden eski bir yapısı vardı. Kraliyet ailesi, ülkedeki sınıfsal katmanların varlığını haklı çıkartacak şekilde piramidin üst tarafına kurulmuş hiyerarşik düzeni temsil ediyordu.
II. Elizabeth, siyasi ve toplumsal değişimin makul hızla ilerlemesini mantıklı bulmuş, Britanya’nın hantal görünümünden – elbette ki geleneklerini muhafaza ederek – sıyrılmak adına, hükümranlık ilişkisi içinde bulunduğu birçok ülke ve bölgeden çekilmesine ses çıkartmamıştı.
Yeni bir çağın açılışı
Hindistan İmparatoru unvanını yitirdiği için pişmanlık duyan babası VI. George’un aksine, bunu ve birçok bağımsızlığı yeni bir çağın açılışı şeklinde değerlendirmişti. Nitekim Buckingham, Başbakan Anthony Eden’in, 1956 Ortadoğu Savaşı esnasında, Mısır Başkanı Nasır’ı devirme planlarından kendini uzak tutmuş hem Afrika’daki hem de Karayipler’deki kolonilerde görülebilecek benzer girişimleri desteklememiştir.
Hükümranlığının ilk dönemlerinde Kıbrıs, Kenya ve Malaya’da tanık olunan Britanya saldırganlığını bir kenara bırakacak olursak, tahta oturduğu günden bu yana, yeniye ayak uydurmak adına benimsediği resmi söylemi, sürecin ‘Britanya’nın aydınlanmış yarınlara kavuşması’ için gerekli olduğu şeklinde olmuştu.
Gerçekten de monarşi, imparatorluk vesayetinden ayrılmak isteyenleri bu yoldan alıkoyacak hiçbir girişimde bulunmamış, bunların cumhuriyetlerini oluşturmalarına, en azından, sessiz kalmıştı. Nitekim, Karayipler’de, 2021 yılında Barbados’un açtığı yoldan, kısa süre içinde, Bahamalar, Belize, Jamaika gibi ülkelerin devam etmesi şaşırtıcı olmayacak.
Tahtta geçirdiği uzun yıllar içinde, anayasal bir monarşi olmanın gereklerini yerine getirmiş bir liderdir Kraliçe… Saray, siyasi platformda vücut bulan bağımsızlık taleplerine, anayasal zemine oturmaları şartı ile, yeşil ışık yakar. Öte yandan, bu ülkelerin, Britanya Milletler Topluluğu üyesi olarak kalmaları, birlikteliğe katkıda bulunmaya devam etmelerini kendilerinden talep eder. Bu anlamda, Barbados’un cumhuriyet ilan törenine, Kraliçe’yi temsilen Galler Prensi Charles’ın katılması önemli bir mesaj olmuştu.
***
Commonwealth oluşumunda Kraliçe’nin, monarşiye güncel bir anlam katma çabasını görüyoruz. Kraliyet yönetiminin kısıtlarını nasıl esnettiğine tanık oluyoruz. Gerçekte, eşit vatandaşlık açısından düşünecek olursak, böylesi bir yönetim biçiminin en iyi anayasal alternatifi sunmadığını, ancak Britanya’da sosyal çekişmelerin yetmiş yıl öncesine göre çok daha az olduğunu, eş deyişle, ülkenin, bu anlamda, olgunlaştığını söylemek çok da yanlış olmaz. Monarşi bu olgunluk içinde tarihi bir dokunuş sağlamaktadır, kimilerine göre…
Dolayısı ile, monarşi konusunda derin görüş ayrılıkları da yok değil. Kraliçe’nin Commonwealth oluşumundaki heyecanını, Avrupa Birliğinden çıkış sürecinde, birliğin lehine göstermemiş olması şiddetle eleştirilen önemli bir konu. Brexit hem toplumsal hem de ekonomik alanda halkı sıkıntıya sokan, siyasi istikrarsızlığa neden olan bir mesele olmuştur. Kraliçe ilgili referandum süresince, magazin basınının kendisini tartışmaların içine çekme çabalarına rağmen, tamamen tarafsız kalmıştır.
Brexit ile Britanya’nın bütünlüğünün de tehlikeye girdiğini, AB’de kalma lehinde görüş bildiren İskoçya’da ayrılıktan söz edilmeye başlandığını, İrlanda adasında, İrlanda Cumhuriyeti ile Kuzey İrlanda arasında yeniden oluşan sınır hattının gündelik yaşama zorluklar kattığını da göz önüne almak gerek.
Ancak her durumda, Kraliçe II. Elizabeth gündelik politikadan uzak durmayı bilmiş, tecrübesi ile Britanya’ya, partiler üstü bakabilen bilge bir kişilik olarak hizmet etmiştir. Her ne kadar, hanedanı koruma çabası ile zaman zaman halkına sempatik gelmeyecek tasarruflarda bulunmuş olsa da magazinden öteye gitmeyecek bu durumlar, tarih dolu bir yaşamı gölgelemeye yetmez.