İsviçreli sanatçı Renée Levi, soyut dışavurumculuğun erkek ağırlıklı geleneğinin içinde, dünya çapında istisnai kadın temsilcilerinden biri. İstanbul doğumlu sanatçı, mimarlık ve sanat öğrenimini İsviçre´de aldı. Yaklaşık otuz yıldır soyut resim başta olmak üzere jestik, performatif, mekânsal ve tipografik sorgulamalarını çağdaş sanat ve akademik çalışmalar çerçevesinde sürdüren Levi, 2022 sonbaharında İstanbul´da, birbirinden güçlü üç projesi ile sanatseverlerle buluşuyor.
Levi’nin projelerinden ilki, Öktem Aykut'ta ‘Désirée’ isimli tek kişilik sergisi, diğeri Akaretler 37-39’da Janiv Oron ile beraber gerçekleştirdiği ‘Alba’ isimli prodüksiyon ve Contemporary İstanbul kapsamında Tersane İstanbul’un rıhtımında sunduğu mekana özgü büyük resim yerleştirmesi.Levi, 2022 sonbaharının tekrardan canlanan hareketli sanat takviminde mutlaka takip edeceğiniz bir isim. İstanbul doğumlu Levi için erken çocukluğunu geçirdiği, kendisine temel bir ilham, heyecan ve coşku kaynağı olan İstanbul hakkında konuştuk. Şaşkınlıkla annesiyle Türkçe konuştuğunu öğrendiğim sanatçı ile biraz İngilizce çokça Türkçe, biraz geçmişten biraz günümüzden bahsettik. Eserlerinden ve kullandığı renklerden müthiş bir enerji fışkıran sanatçı, işlerinin aksine sükûnet içerisinde kah kocaman gözlüklerinin arkasından derinlere dalarak gözleriyle, kah tane tane duru Türkçesi ile anlattığı İstanbul’u ve çocukluğuna dair hatırladıklarını içeren çok keyifli bir o kadar da düşündürücü bir röportaj yaptık.
İstanbul sizin ve yapıtlarınız için ne ifade ediyor?
İstanbul kalbimin bir parçası ve her zaman buranın bir parçası olduğumu hissettim. Sanat yaptığımda, resimlerimi yaparken çok hızlı olduğum anlar var. Örneğin işlerimde sprey kullandığımda büyük bir konsantrasyon anına gelmek benim için çok önemli, sanki bir şekilde vücudumdan çıkıyor ve o an sadece sprey tenekesi oluyorum ya da sadece kalem oluyorum. Bu güç, vücudumdan geliyor adeta renklerle dans ediyor ve o zaman bu çizimleri yapabiliyorum. Bu konsantrasyondayken de her yerde olduğumu ama aynı zamanda İstanbul’da olduğumu hissediyorum.
Çocukluğumdan dolayı burayı her zaman özleyeceğim. Şişhane’de işlerimin sergilendiği bu galeride çalıştığımda düşündüm ki, “Burada, bu tellerin üstünde bir kuş gördüm sonra birden onu daha önce de gördüğümü hatırladım ama ne zaman hiç bilmiyorum, niye buralara bakınca aklıma geldi onu da bilmiyorum.” Söylemek istediğim, birçok anıyı tam olarak yerine koyamıyorum ama tüm bu anılar bana başka şeyler kazandırıyor, diğer insanların buna sahip olmadığını fark ediyorum. Yani benim gibi küçük bir çocukken bir yerlerden gitmek zorunda kalmış, hikayeleri olan tüm insanlar da aynı duygulara sahip.
Eserlerinize her defasında kadın adları veriyorsunuz. Türkiye'de bir kamusal alan yerleştirmesi yapacak olsanız bunun neresi olmasını isterdiniz, adını ne koyardınız?
Şu andan söyleyemem çünkü işin türü, hem işin çözümüyle hem de çevremdeki insanlarla yaşadığım deneyimlerle ya da duyduklarım ya da okuduklarım ve hislerimle ilgili. Örneğin şu sıralar Lyon'da bir metro istasyonu yarışması için çalışıyorum. Burada, eserime hızlıca bir isim buldum Saba, ancak solo sergimde göreceğiniz aynı teknikle yapılan bu büyük eserlerin de ismi Saba, bu bir seri. Saba ismini nasıl buldum derseniz, sık sık isim arıyorum ya da güzel bir isim duyduğumda hafızama alıyorum, biraz uluslararası olan isimleri seviyorum. GalericimAykut bana bunun Farsça bir isim olduğunu söyledi. Bazen Arapça isimleri alıyorum ama bazen Angelika gibi tipik Alman isimlerini. Bu tamamen benim hislerime bağlı ve sorunun ilk kısmına gelirsek gerçekten bilmiyorum. İsim her zaman yaptığım işten sonra gelir.
“İSTANBUL’UN BİRÇOK RENGİ VAR”
Çalışmalarınızı çok parlak renklerle ifade ediyorsunuz. Bir röportajınızda İstanbul'dan taşındıktan sonra renklerin bile değiştiğini söylediğinizi okudum. Renklerle olan ilişkinizin İstanbul’dan ayrılmanızla ilgisi var mı?
Renkleri özlüyorum çünkü İstanbul'un birçok rengi var. Küçük bir çocukken etrafıma ancak boyumun olduğu yükseklikten bakıyordum. Buradan baktığımda kırmızı ojeli, altın bilezikli kadınları görüyordum, ayakkabılarına bakıyordum. O zaman kocaman bir ailem ve etrafımda bir sürü kadın vardı, çevremdeki herkeste rengarenk kumaşlar vardı. Ve nasıl desem tüm bunlar gerçekten o zamanlar İsviçre'den çok daha renkliydi. Artık tüm Avrupa ve İsviçre çok daha Akdenizli oluyor ama evet renkler İstanbul'dan geliyor diyebiliriz. Parlak renklerden korkmuyorum, onları kesinlikle hissediyorum.
Muazzam büyüklükte sanat eserleri yapıyorsunuz. Eserlerinizi nasıl planlıyorsunuz, önceden mi yoksa hemen o anda mı yapmaya başlıyorsunuz?
Aslında bu sergide ve diğer çalışmalarımda iki kişi olduğumuzu bilmelisiniz. Renée Levi her zaman Marcel Schmid'in yanında. Kendisi ortağım, kocam ve biz otuz yıldır resmi olarak çalışıyoruz ama aslında tanıştığımız an çalışmaya başladık. Bunu size söylemem önemli çünkü büyük bir yarışmam olduğunda ya da büyük bir gösteriye davet edildiğimizde Marcel ve ben öncelikle çalışmayı tartışmaya başlıyoruz. Bu yıllar zarfında tabii ki değişiklikler oldu, Marcel çok daha fazla alan kavramını, ölçüleri vb. ele alan kişi haline geldi. Ben zamanla resmin, resmin duygusunun içine daha fazla girdim. Buraya girdiğinizde mekân veya resimlerin sınırları önemlidir, önce resmin kendisi vardır sonra resmin sınırları var ve sonra duvarın ya da resmin üzerine konduğu zemin var. Marcel ise benim nasıl çalıştığıma bakıyor, sürecimi takip ediyor, işe kendi süreci olarak bakıyor ve nasıl bir yerde olunacağını düşünüyor; bu bir ekip işi. İnsanlar başlangıçta, mimar olduğum için bunun her zaman benim yaptığımı düşündü ama aslında alanı idare etmek daha çok onun payı. Örneğin, Tersane’de sergilenen işlerim de böyle gerçekleşti. Marcel, Janiv ile tersaneyi ziyaret ettiğinde mekândan çok etkilendi, kafasında benim başka bir kontekste yarattığım işlerimi düşünerek burada nasıl sergilenebileceği fikrini oluşturdu yani tam bir takım çalışması.
STUDIO RENÉE LEVI’NİN SON KAMUSAL PROJESİ
İsviçre Federasyonu’nun ilk anayasasının 175. yaşının kutlanacağı 2023 senesi için, İsviçre Parlamentosu 120 yıldır boş duran bu alınlığı bir sanat eseriyle değerlendirmek üzere, davet usulü ile bir yarışma düzenledi. Dünya çapında tanınan 15 İsviçreli sanatçının davet edildiği yarışmayı, Renée Levi, alınlığa yerleşecek 246 üçgen seramik parçadan oluşan önerisi ile kazandı. Bina ile neredeyse aynı renkte sırlanmış seramik parçalardan oluşacak yerleştirme, İsviçre kültüründeki çok boyutluluk, ahenk ve tevazuu öne çıkartacak. Eserlerini her seferinde bir kadın ismi ile adlandıran Levi, bu eserine de seçilme haklarını kazandıktan sonra 1971 senesinde federal meclise giren ilk 12 kadın milletvekilinden tek siyah kadın ve İsviçre tarihindeki ilk Afrikalı kadın milletvekili olan TiloFrey anısına, Tilo ismini verdi.
İstanbul’daki kişisel serginizin adı güçlü bir arzuyu vurgulayan bir isim Desirée bu isim neden?
Seçtiğim isimler için aslında şöyle bir şey daha var. Fransızcada kelimelerin sonundaki ée, dildeki tipik bir feminen şekli, bu bitiş Fransızcada her zaman dişidir. Bu benim ismimde de mevcut. Son yıllarda işlerim için adı ée ile biten isimler seçmeyi seviyorum, geçen yılkı Aimée isimli sergimde olduğu gibi. Annemasse de Villa du Parc tarafından çalışmak üzere davet edildiğimde Google’da araştırma yapmaya başladım ve Aimée Stitelmann isminde bir kadın buldum. Kendisi zamanında Yahudi çocukların sınırdan geçmesine yardım eden bir direnişçiydi, İyi tanınmamasına çok şaşırmıştım, komünistti ve sonrasında Cenevre’de yaşıyordu. Savaştan sonra, savaş esnasında izin verilmeyen bir şeyi yapmış olduğu için onu Cenevre’de 15 gün hapse attılar. (Elli yıl sonra vefatından ancak kısa bir süre önce onu rehabilite etmeleri gerektiğini anladılar ve yaptılar.) Bu kadar iyi bir şey yapan birini on yedi yaşında küçük bir çocuk olarak hapse atmaları İsviçre için çok yazık. Ben araştırmamı yaparken bu hikâyeyi buldum ve ‘tamam, buradaki sergimin adı bu olmalı’ diye düşündüm. Bu isim benim bu yerle olan ilişkimi oluşturuyordu, birini arıyordum ve onu bulmuştum hem de ée ile biten anlamı sevilen olan bir ismi Aimée. Böylece başlık serginin etrafında bir parıltı oldu.
Desirée ismi ise bana çok hızlı geldi. Bu ismin Fransızcada arzu edilmek, arzu edilen kadın veya arzu edilen/arzulanan çocuk anlamına geldiği açık. İstanbul’daki bu serginin fikri pandeminden iki yıl önce vardı, tabii bu dönem nedeniyle tarihi değiştirmek zorunda kaldık. Bu yüzden bu sergi çok arzu edildi, ama ben bunu İstanbul ile de karşılaştırıyorum, tabii ki İstanbul benim için bir tür arzu ve bu isim de ée ile bitiyor. Son nokta ise feminizmin de bir noktasıdır. Resimleri ée ile imzalamaya başladım. Gittikçe daha çok benim işaretim oldu.
Başta İsviçre, Fransa, Almanya ve İtalya'da olmak üzere saygın müze ve sanat kurumlarında sergiler düzenlemiş ve uluslararası pek çok ödüle layık görülen sanatçı, son olarak İsviçre Konfederasyonu’nun Bern’deki parlamento binasının dış cephesine uygulanmak üzere hazırlamakta olduğu büyük yerleştirmesiyle adından söz ettirdi. İsviçre Federal Anayasası'nın 175. yıldönümü vesilesiyle açılan bu yarışmadaki eseriyle ilgili konuşurken kendisine kamusal alanda yapılan işlerin sanatçının sorumluluğun olup olmadığı ve bunun sanatçının omuzlarında bir sorumluluk olup olmadığını sordum.
Levi, sanatçının burada çok önemli bir rolünün olduğunun altını çizdi çünkü bir sanat eseri kalıcıdır, onun üstünde oynayamazsınız, değiştiremezsiniz. Kamusal alanda yapılan bir işin mekânı ve etrafı ile ilgili bütün konuları ve tartışmayı bilmelisiniz, o bölgede, o şehirde olan her şey bir işarettir aslında. Bu işaretleri okumalısınız. Düşünmeye başladığım ilk andan itibaren fikri geliştirmeye başlarım ancak orası hakkında ya da kavram hakkında bir fikrim yoksa iş aptalca bir şeye dönüşür. Bu da sanatçının o bina, binayı kimin yaptığı, mekân ya da kamusal alan ve tarihi hakkında çok etraflıca bilgi sahibi olması, araştırma yapmasını gerektirir ve ben bunu yapmayan sanatçılardan hiç hoşlanmıyorum.
Tam bu esnada sanatçı ile bu yaz gerçekleşen çağdaş sanatın en önemli sergilerinden biri olan Documenta sanat sergisindeki antisemit tasvirler içeren duvar resmiyle ilgili de konuştuk.
“Yaz boyunca her gün bu konuyu takip ettim. Bu da başka şekilde bir sorumluluktur,
küratörlerin ve sergiyi organize edenlerin sorumluluğudur. Küratör olarak bu grubun katılımına karar veren jürinin sorumluluğundadır, katılan bu grubun BDS'de olduklarını İsrail'e karşı boykotta olduklarını biliyorlardı. Yahudi cemaati onları bu konuda bilgilendirmiş, onlara bunun bir antisemit problem olabileceği hakkında uyarmışlardı, fakat bunu ciddi bir konu olarak bile ele almadılar. Organizatörler bunun ne kadar önemli olduğunun farkında değiller.
Yıllar geçtikçe söylemlerde daha fazla ırkçılığa izin veriliyor. Bu yalnızca Yahudiler için geçerli değil, yabancılara karşı da aynı şey. En solda ve en sağdaki partilerin kutuplaşması gitgide daha da artıyor. Bunu sanat dünyasında da görüyoruz. Documenta’ya gitmiyorum, artık bu benim için çok net. Kanımca Documenta’yı durdurabilirler çünkü Documenta’nın oluşturulması gelecek için bir değişikliğe imkan vermekti. Bu artık bir kenara atıldı.”