“70 TL'ye evlere temizliğe de gittim 25 bin Euro'ya eser de sattım!”

Eserleri gibi rengârenk bir sanatçı Mehmet Sinan Kuran. 4 Aralık´a kadar Anna Laudel´de devam edecek olan ´Hiçbir Yer´ isimli sergisine girdiğiniz andan itibaren capcanlı bir dünyaya adım atıyorsunuz. İlginç bir tezat ki Kuran, sergide kendi ölümüne güzelleme yapıyor.

Zehra ÇENGİL Söyleşi
5 Ekim 2022 Çarşamba

Kendinizi kimi zaman Mehmet Sinan Kuran’ın genç yaşta kaybettiği değerli ailesine bağlılığını, kimi zaman da sevgilisine duyduğu büyük aşkı eserlerde yaşarken buluyorsunuz. Ve Kuran o kadar mütevazı bir sanatçı ki, her gün konuklarını galeride karşılayarak iç dünyasını ve bütünlüğünü onlarla paylaşıyor.

Kelimenin tam anlamıyla, kendini tanımladığı gibi ‘samimi’. Bunun yanında eğlenceli ve donanımlı da. Mehmet Sinan Kuran, tüm bu özellikleriyle sanatı snobize edilmekten kurtarmayı vadediyor. Kuran “70 TL’ye evlere temizliğe de gittim, 25 bin Euro’ya eser de sattım. Bugün biraz zengince ailelerin çocukları ortalıkta zombi gibi dolaşıyor. Sanat tüm bunların ilacı. Aslında sanat halk içindir ama maalesef bir tarikat olmuş, sadece çok paralı ve bilgili olanlar girebiliyor” sözleriyle de sisteme eleştiride bulunuyor.

‘Hiçbir Yer’ serginizde ziyaretçileri hayattaki ihtimalleri sorgulatan bir yolculuğa çıkarmayı vadediyorsunuz. Hayattaki ihtimaller sizin pencerenizden neleri kapsıyor?

Kaliteli bir yaşam için kesinlikle korkularımızdan arınmamız gerektiğini düşünüyorum. Bunlardan en önemlisi de ölüm korkusu. Ölümle barışmamız lazım. İnsanlara bu dünyada misafir olduğumuzu açıklamaya çalışıyorum. Bunu sadece resimle değil, elimdeki bütün imkânları kullanarak yapmayı tercih ettiğim için bir senfoni yazıyorum aslında.

Seçkiyle ilgili Nietzsche’nin çocukluktan yaşlılığa geçişini ele aldığı tasviri de tersine çevirdiğiniz ve ‘Benjamin Button'ın Tuhaf Hikâyesi’ filmini anımsattığı yorumları da yapılıyor. Ziyaretçilere yaşlılıktan çocukluğa doğru giden bir yolda eşlik ederken Mehmet Sinan Kuran’ın duygu durumu neydi?

Nietzsche’nin yaşam evreleri üzerine bir çalışma yaptım: Deve, aslan, çocuk. Kafa karıştıran şey benim çocuk bedeniyle ölmem. Deve, gençliğimizi ve bilgi toplama çağını temsil ediyor; aslan topladığımız bilgilerle oluşturduğumuz düşünce yapısını, çocukluk da aklın tecrübelerle birleştiği neticede bir dönüş gibi. Çocukluğumuzdaki bazı yeteneklerden, çevremizden aldığımız yorumlar yüzünden vazgeçiyoruz. Beğenilme kaygısı bunları yok ediyor. Kendinizi kendinizin beğeneceği şekilde yetiştirirseniz, şanslıysanız ve anneniz babanız da size öyle davrandıysa başka yerden onu teyit etme ihtiyacı olmaz. Ben yaptığım resimlere bayılıyorum. Çok mutlu bir insanım, bu mutluluğumu ve elimdeki imkânları paylaşmak istiyorum.

Sizce bu mutluluğun kaynağı nedir?

Çocukken çok sevildim annem ve babam tarafından. Bu doğal bir antibiyotik, efsunlanma gibi bir şey. İlgiyi başka yerlerde aramadım. 17 yaşındayken onlar öldü ve neredeyse 25 sene homeless-evsiz sınırında yaşadım. Şirket kurdum, battım. Ticari zekâm hiç yok ama yaratıcılık gani. O zaman da mutlu hissediyordum. Kötü bir gün yaşarken bunu gelecekteki iyi günün habercisi ve hazırlayıcısı olarak görüyorum. Teletabiler gibi çayırlarda koşarak, şarkılar söyleyerek hayat geçmez. 12 ay insan aynı mevsimi yaşamak istemez. Yağmur da ister, çamur da, kar da… Einstein’ın dediği gibi “Doğayı çok dikkatle izleyin, başka hiçbir şeye gerek yok. Her şeyin cevabı orada.

“ZENGİN ÇOCUKLARININ HERKESTEN ÇOK YARDIMA İHTİYACI VAR!”

Doğayı izleme yeteneğini ne zaman kazandınız?

20, 40 ve 60’lı yaşlar benim için dönüm noktasıdır. 20 yaşında Perşembe Pazarında çalışmaya başladım. Emek katarak ve kendini zorlayarak çaba sarf ettiğim dönemlerdi. Bütün arkadaşlarım Boğaziçi Üniversitesi, Robert Kolej gibi yerlere gittiler okumaya. Ben Perşembe Pazarında on sene hamallık yaptım. Babam bankerdi, battı ve felç geçirdi. Sonrasında bitkisel hayata girdi ve onu 1,5 sene içinde kaybettik. Hemen ardından annem hayata gözlerini yumdu. O zaman önümde iki yol belirdi. Birincisi kendimi içkiye ve uyuşturucuya vermek, diğeri ise savaşıp ayakta kalmak ve ailemden öğrendiklerimle birlikteliğimizi ileri götürmek oldu. 44 yaşında paylaşmanın gücünü fark ettim. Hayatım boyunca hep bireysel başarıların peşinde koşmuşum. 25 bin Euro’ya resim sattım. Gençlik dönemi boyunca taksi şoförlüğü yapmış, yiyecek yemek bulamamış, 70 liraya evlere temizliğe giden bir insan olarak adamı şaşırtabilecek bir miktardı.  Range Rover aldım, Rolex aldım. Sonra ‘Ne yapıyorum ben?’ dedim. Ve kazandığımı genç sanatçılarla paylaşmaya karar verdim. Ve şu an bulunduğum 60’lı yaşlarımda ise tamamen hayatımdaki projeler için yaşayacağım. Kanser Derneği, Mülteci Derneği, Soho gibi oluşumlarla havuz projesi oluşturuyorum. Zengin çocuklarının herkesten çok yardıma ihtiyacı var. Amacım çocukların, saçmalamanın ne kadar mükemmel olduğuna olan inançlarını devam ettirmek. Hızla irtifa kaybeden bir uçaktayız, birlikte olmanın gücünü fark edemezsek çakılacağız.

“PRETTY WOMAN’DAKİ JULIA ROBERTS BENİM!”

Hayatın hem maddi hem manevi türlü zorluklarına göğüs gerdiğiniz, her türlü mesleği denediğiniz o süreçte kırılma noktanız ne oldu?

Tanıştığım bir hanımefendiye âşık oldum ve ilişkimiz başladı. Benden resim alan ilk kişi… “Senin gibi resim yapan bir insanın başka işle uğraşması abesle iştigal. Sen hiçbir şey yapma, resim yap” dedi. ‘Satamazsam nasıl para kazanırım’ gibi kaygılarımı anlattım, “Bende para var, hallederim. Keyfine bak” diye konuştu. Ona, ‘Öyle olmaz, evi erkek geçindirir. Bize öyle öğrettiler’ açıklamasını yaptım. “Yanlış öğretmişler, bugün bende olur ben geçindiririm. Sende olur sen geçindirirsin. İkimizde de olursa nefis yaşar dünyayı gezeriz, biterse de evde oturur televizyon seyrederiz” cevabını verdi. Bu dört halin hepsini yaşadık 13 sene içinde. Birlikte malzemelerimi aldık ve her şeyi hallettik. Pretty Woman filmindeki Julia Roberts benim yani. Richard Gere’im gelip beni kurtardı.

Serginin tanıtım bülteninde kendi ölümünüze dair de bir güzelleme olduğu ifade ediliyor. Ölümden korkmayanlardan mısınız?

Kesinlikle korkmuyorum, emanetiz bu dünyada. Doğuyorsunuz ve doğduğunuz yere geri dönüyorsunuz. Ölümün kötü bir şey olduğuna dair bir veri yok. Belki “Keşke daha önce ölseydik” diyeceğiz. Yaşamın en güzel tarafı bir gün sona erecek olması. Düşünseniz ya hiç ölemiyorsunuz. Hayatı güzel kılmak için tadına vararak yaşamamız gerekiyor. Ertelenen hevesler asıl insanı korkutmalı. Onların hepsini yaşarsanız ölümden korkulmaz.

“SANAT BİR TARİKAT OLMUŞ, SADECE ÇOK PARALI VE BİLGİLİ OLANLAR GİRİYOR”

“Toplumun, sanat piyasasının, akademinin olmaz dediği, snobe ettiği her şekle kapım açık” diyerek bir nevi insanların adapte edilmeye çalıştığı sisteme isyan ediyorsunuz. Sanat snobize mi ediliyor?

Sanat bir tarikat olmuş, onu da Everest’in tepesine çıkarmışlar. Sadece çok paralı ve bilgili insanlar girebiliyor bu tarikata. Zaten özel bir lisan konuşuluyor, onu da kimse anlamıyor. Benim adamım Nietzsche. O da şöyle diyor: ‘İki temel sorunu vardı insanlığın, adaletsizlik ve anlamsızlık. Adaletsizlik için hukuku bulduk, anlamsızlık için de sanatı. Fakat insanlar hukuka ulaşamadılar. Sanat da insanlara ulaşamadı.’ Sanat ihtiyacı olan içindir, halk içindir aslında. Zengin olanın yatı, katı var. İki tablosu da eksik oluversin. Benim eserlerimi isteyen Google’dan bastırıp evine asabilir.

“YAŞADIKLARIM BENDEN BİR SURVIVOR YARATTI”

40’lı yaşlarınıza kadar geçirdiğiniz ekonomik problemler karakterinizi ve sanatınızı daha da güçlendirmiş olabilir mi?  Kişisel farkındalığınıza bu dönemlerin ne gibi bir katkısı oldu?

Yüzde 100. Geçirdiğiniz mutlu günler kişiliğinizi şekillendirmiyor ki! Zorluklar ve mücadeleler sizi geliştiriyor. Çağımızdaki en büyük tıkanıklık bu. Biraz zengince ailelerin çocukları zombi gibi dolaşıyorlar ortalarda. 25 yaşındaki çocukların ne yapmak istediğine dair bir fikirleri yok.  Sartre ‘Yaşam bireyin kişisel sınırlarını belirleyip, onları geliştirebilme sürecidir’ demiş. Yaşamı tekne yolculuğuna benzetelim, tekneyi tanımadan yola çıkarsan batarsın. Bu çok net. Yaşadıklarım benden bir survivor yarattı, esas survivor bu. Örneğin o günlerde arkadaşımın ofisinde kalıyorum, üzerime örttüğüm örtüye tuvaletin kokusu sinmiş. Utancımdan herkes gittikten sonra o örtüyle yazı masasının üzerinde yatıyorum. Yan oda çok soğuk, aşağıdaki pilav arabasının bacasından burnuma kokular geliyor. Bakkaldan bir paket kuruyemiş alıyorum, fındıkları ve çam fıstıklarını kendimi ödüllendirmek için hafta sonuna bırakıyorum. Bunun yanında Knut Hamsun’un Açlık kitabını, Salinger’i, Karamazov Kardeşler’i okuyorum. O zaman bir iç bütünlüğünüz oluşuyor ve demir gibi hissediyorsunuz kendinizi. Benle çok zengin bir adamın Lucca’daki oğlunu bir tutamazsın ki. Düşünemediğiniz kadar diplerde çok uzun zaman geçirdim. İnsanın ihtiyacı olan tek şey akıl sağlığı.

Resimlerden günlükler tuttuğunuzu belirtiyorsunuz bir röportajınızda. Sizin ve Türkiye’nin son bir senelik günlüğünde neler resmedildi?

Hayatım boyunca hep sevgiyi resmettim. Sevgiyle kurulan ilişkilerin ne kadar uzun süreli olabileceğini biliyorum. Çizgilerim arasında birbiriyle çok alakasız şeyler oluyor mesela. Kertenkele, onun yanında kırık bir ampul… Hepsi birleşip pozitif bir hava oluşturabiliyor. Bu da renklerle, yaşanmışlıkla, benim çok mutlu olmamla gerçekleşebiliyor. İsviçre’de Art Therapy ile uğraşan ve problemli çocukları rehabilite eden bir psikolog hanımefendi Emine Bauer, bunların birbiriyle alakalı olmasının nedeninin benim iç bütünlüğüm olduğunu söyledi.  İçimdeki güce güveniyorum, bugüne kadar beni hiç çuvallatmadı.

“SEVGİLİM GÜLÜYORSA HER ŞEY YOLUNDADIR!”

Çalışma düzeninizi ayarlayacak kadar düşünen ve eserlerinizde de sıklıkla yer verdiğiniz bir sevgiliniz var. Sevdiğiniz insan tarafından desteklendiğiniz bir ilişki yaşamanın olumlu katkılarından bahseder misiniz?

Oksijen gibi. Bir kere süreklilik arz eden bir kontrol mekanizması. O gülüyorsa her şey yolundadır. Demek ki doğru davranıyorum, sevgimi belli ediyorum. Yaşamda mutlu olmanın yolu, kendini tanımak ve çevrendeki insanları mutlu etmek. Senin mutsuz ettiğin insan ise gidiyor ve başkalarını da mutsuz ediyor.

Toprağın içinde birbirine sarılan iki iskelet de sanatseverlerin en çok ilgisini çeken eserlerden. Hikâyesi nedir?

Sevgilimle beni temsil ediyor, en büyük korkum onsuz ölmek ya da onun bensiz ölmesi. Aynı anda ölmeyi isterim. Orada beni etkileyen şey bu kişilerin sarılarak ölmeleri, eğer onları ayırdılarsa çok ayıp etmişler. Ben de sevdiğime sarılarak gömülmek isterim.

Evinizi de ormanda, deniz yerine tabiatla baş başa olacağınız bir ortamda seçmeyi tercih ederek Beykoz’a yerleşmişsiniz. Bu doğal ortam size ilham konusunda tüm olanaklarını sunuyor mu?

İlham beklemek gibi bir durumum olmadı, çünkü benden ilham hiç gitmedi. Küçük yaşta gelip yerleşti ve beraber yaşıyoruz. Ruhunuzu serbest bırakıp ona güvendikten sonra, o sizi öyle yerlere götürür ki başınız döner. Bugün sanatçı olmaya karar verin, altı ay sonra kendinizi tanıyamazsınız.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün