Gelecek kaygısı problematiği

Aaron Cem BEHAR Sanat
5 Ekim 2022 Çarşamba

Gelecek kaygısı, başarı seviyesi ne olursa olsun, her gençte var olan bir duygudur. Mezuniyeti takiben gerçek dünyaya atılırız. Bir kısmımız küçük yaştan itibaren kurduğumuz hayalleri kovalarken bazılarımız hiç hayal kurmadan, bulanık bir fotoğraf gibi görünen geleceğimizi belirlemeye çalışırız. Bu noktada sıradan öğrenciyi saran endişe, edebiyat ve sinemada da çokça işlenen bir konudur.

Çavdar Tarlasındaki Çocuklar, J.D. Salinger’in efsanevi romanı, bu duyguyla yüzleşen bir gencin kafasının içinde geçer. Holden, başarısızlığı yüzünden okulundan atılmıştır, ailesine söylemeden önce New York’ta tek başına bir hafta sonu geçirmek ister. Bütün kitap boyunca farklı konularda düşüncelerini okuduğumuz Holden, ilk olarak dersinde başarısız olduğu tarih öğretmenini ziyaret eder ve ondan birçok hayat dersi aldıktan sonra bavuluyla New York’un yolunu tutar. Trende bir arkadaşının annesiyle karşılaşıp sohbet eder. New York’a vardığında ise kendisine bir otel odası tutar. Problemlerinin arasında parasızlık olmayan Holden, geceyi yalnız geçirmemek için tanıdığı ve New York’ta olduğunu bildiği insanlarla program yapar ve yeni insanlarla tanışır. Bu sırada bize sunduğu düşüncelerinin yanı sıra, yavaş yavaş gelişen gelecek planlarını da öğreniriz.

16 yaşında sigara içen, gece kulüplerinde gezip sarhoş olan ve aralarında hiçbir şey yaşanmamasına rağmen bir defasında bir fahişeyi bile romantik hislerle arayan Holden’ın masumiyetinin çok erken kaybolduğunu anlarız. İnsanlarla iletişim kurmakla ilgili problemler yaşayan Holden, kendisini çok iyi ifade edemezken, kitabın anlatıcısı olarak gayet iyidir. Depresyonuna hiç iyi gelmeyen bu yaşam stili, Holden’ın, kendi çocuksu masumiyetini özlemesine sebep olur. Parkta oynayan çocukları izlemekten haz alır, küçük kız kardeşiyle ilişkisini güçlendirmeye çalışır. Onun bu masumiyet özlemini göstermek için Salinger, bize, ünlü alegorisini sunar: Holden ‘bir çavdar tarlasında çalışarak, nereye gittiklerini görmeyen çocukların uçuruma yaklaşmalarını önlemeye çalışmak’ ister. Burada, çocukların görmeden yaklaştıkları uçurum, Holden’ın kapısında olduğu yetişkinliktir ve Holden, masumiyetlerine fazlasıyla değer verdiği çocukları, kendisini bulmaya başlayan ıstıraptan korumak istemektedir. Bu noktada, kitaptaki çok önemli olan altruizm temasıyla karşılaşırız. Holden çoğunlukla huysuz biri olmasına rağmen, aynı zamanda idealisttir, el üstünde tuttuğu değerleri yansıtan insanlara karşı oldukça saygılı ve cömerttir. Buna, gelecek planlarından bahsettiği bölümlerin yanı sıra, kahvaltı ederken birkaç rahibe ile karşılaştığı zaman da tanık oluruz. Dindar olmayan Holden, kahvaltı ederken yanında oturan rahibelerle sohbet etmeye başlar. Rahibelerin ona ilgisini çekmeyen dini konular yerine, sevdiği bir konu olan edebiyattan bahsetmeleri ve o hafta sonu tanıştığı birçok insandan daha nazik olmaları sebebi ile onlara 10 dolarlık bir bağış yapar.

Fazlasıyla depresif olan Holden, yalnız kalmaktan hiç hoşlanmamaktadır. New York’ta geçirdiği zaman boyunca orada olduğunu bildiği insanları arar ve onlarla buluşma ayarlar. Bu insanlardan biri, kişiliği Holden’ınki ile tamamen çelişen, Sally Hayes’dir. Holden’a göre, aşırı güzel olmasının dışında çekici bir özelliği bulunmayan Sally, Holden’ın bir zamanlar romantik bir ilişki yaşadığı ve bir bakıma arkadaş kaldığı bir kızdır. Holden, kişiliğinin üstünkörü ve tekdüze olduğunu düşündüğü bu kızla buluşur; onunla tiyatroya, buz pateni yapmaya gider. Fazlasıyla kimsesiz hisseden ve New York’tan nefret eden Holden, bu noktada her şeyi arkasında bırakıp kuzeydeki bir eyalette küçük bir hayata atılmayı düşünür ve sırf gelecekte de yalnız olmak istemediği için, güzelliği dışında hakkında tek bir pozitif fikri olmayan bu kıza, hayatını geride bırakıp onunla birlikte gelmesini teklif eder. Sonunda bu plan, çok mantıklı bir şekilde suya düşer ve Holden’ın çaresizliğine tanık oluruz. Aşk arayışı artık, niteliksel değil niceliksel bir hal almıştır.

Holden’ın o hafta sonu yaptığı tek mantıklı şey, kız kardeşi Phoebe’yi ziyaret etmek olmuştur. Bahsi geçen çocuksu masumiyetinin yanı sıra, aynı zamanda oldukça akıllı olan Phoebe, Holden ile bir yetişkin gibi konuşur. Zeka seviyelerinin çakışmasına rağmen Holden’dan daha sorumlu olan Phoebe abisini o kadar iyi tanıyordur ki gerekmediği sürece onu yargılamaz ve ayaklarının yere basmasını sağlar. Holden, Phoebe ile konuştuktan sonra evden kaçma hayallerinden vazgeçip okuluna devam eder.

Kitabın başında tam anlamı ile yıkımın eşiğinde olan Holden, hikaye boyunca kendisini bulmaya, ne istediğini anlamaya ve hayatının anlamını ortaya çıkarmaya çalışır. Sonunda bize uçurumun eşiğinde olduğunu düşündüren bu karakterin aynı problemlerle hayatına devam ettiğini, fakat onları daha az ciddiye aldığını görürüz. “Sakın kimseye bir şey anlatmayın. Herkesi özlemeye başlıyorsunuz sonra” der kitabın son cümlesinde. Holden, bir hafta sonuna çok fazla deneyim sığdırmış, çok fazla şey öğrenmiştir. Buna rağmen, ruhsal durumu aynıdır ve hala aynı sosyal problemlerle boğuşmaktadır. Fikirlerini ve duygularını başkalarıyla paylaşması ona pek fayda sağlamamıştır.

Holden’dakine benzer bir gelecek kaygısı ve çaresizlik, Mezun (The Graduate) isimli 1967 yapımı filmde karşımıza çıkar. Filmin ana karakteri Benjamin, üniversiteden mezun olduktan sonra ailesinin evine döner. Başta tebrikleri kabul eden Benjamin, sonrasında ise, ailesinin ve yakınlarının kendisinden beklentilerinin ne kadar yüksek olduğu gerçeği ile baş başa kalır. Geleceğinden bahsedilen her sahnede Benjamin’in ne kadar daraldığını ve kendisini klostrofobik hissettiğini, filmin yakın kadrajından da anlarız. Ailesinin mezuniyeti şerefine verdiği parti sonrasında, babasının arkadaşlarından birinin eşi olan Bayan Robinson, Benjamin’e cinsel bir teklifte bulunur. Benjamin önce bu teklifi reddeder. Üniversitede fazlasıyla başarılı olmuştur, fakat henüz gerçek dünyaya açılmaya hazır değildir. Bekledikçe entelektüel momentumu daha azalan Benjamin, bütün yazını havuzda tembellik yaparak geçirir ve sonunda Bayan Robinson’un teklifini kabul eder. Evli bir kadınla bir ilişki yaşamaya başlayan Benjamin’in yavaş yavaş masumiyetini kaybedişine tanık oluruz.

Annesi ve babası Benjamin’in üstüne fazlasıyla düşmüştür; bunun sonucunda Benjamin akademik olarak oldukça başarılı olmuştur. Ancak ailesinin ondan beklentilerini karşılamak konusunda hiç hevesli değildir. Bu kadar fazla kapının önüne bir anda açılması, Benjamin’in hayattan ne istediğini öğrenmesini engellemiş ve motivasyonunu kaybetmesine sebep olmuştur. Filmin sonunda, herkese karşı gelerek, aşık olduğu, ilişki yaşadığı kadının kızıyla evlenerek özgür iradesini ortaya koyar. Bu karar ona anlık bir mutluluk verir fakat, filmin son sahnesinde sevdiği kızla kaçarlarken, otobüste tekrar düşünmeye zaman bulur ve verdiği kararın büyüklüğünün farkına varır, içini bir endişe sarar.

Benjamin’in aksine Holden, hayatında, tarih öğretmeni ve kız kardeşi dışında kimseden büyük bir destek görmemiştir; başarısızlığı karşısında ebeveynlerinin tek çözümü onu, başka kolejlere göndermek olmuştur. Kimsenin ondan büyük beklentileri yoktur. Holden ise buna rağmen hayal kurar. İçinde bulunduğu durumdan ve toplumun kurallarından kaçmanın hayalini kurar. Bu olamayacaktır ve Holden bu başarısızlıkla yüzleşmek zorunda kalır. Geleceği, hâlâ belirsizdir.

Bu iki eserde, sorunlarının kökeni farklı fakat doğası benzer iki gençle karşılaşırız. Ne kadar farklı insanlar olurlarsa olsunlar, ikisi de sonunda bu problemlere karşılık aynı çözümü bulmuşlardır; başkaldırma. Albert Camus’nün ‘İsyan ediyorum, öyleyse varım’ sözünü somutlaştırırmışçasına, varoluşsal krizleri ile bu şekilde başa çıkmaya çalışmışlardır. Doğal olmamasına rağmen günümüzün normları yüzünden oldukça yaygınlaşan gelecek kaygısı problemine doğal bir çözüm bulmuşlardır. Bu durumda, sırf bu gençlerin buldukları çözümü yargılamak değil, aynı şekilde problemlerinin kaynaklarını analiz ederek onları yok etmek gerekir ve sanatçının başlattığı bu işi bitirmek topluma düşer.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün