Mevsim artık sonbahara dönüyor. Her yerde sanki yeşilden sarıya doğru bir ton kırılma var gibi. Güneş eski parlaklığında değil. Soğukların habercisi ilk işaretler gecenin sabaha ulaştığı vakitlerde kendini göstermeye başladı. Sessizlik içinde aklımdan bunlar geçiyor. O, kendi kasabasına gelmiş olmanın duyguları içindedir. Taşradan büyük kente giden insan her geri dönüşünde karışık bir ruh haletiyle yüzleşir. Çocukluk arkadaşlarımla konuşamıyorum, diyor. Öyle diyorum, artık farklı dünyalardasınız, ilgileriniz, meraklarınız, dünyayı anlama biçimleriniz. Kasabanın girişine geldiğimizde sağdaki dar yolu işaret ediyor. Buradan. Direksiyonu çeviriyorum. Yavaşça kıvrılıyoruz. Hafif bir yokuş. İki yanda tek katlı kasaba evleri. Bakımsız duvarlar, el atılmayı bekleyen bahçe kapıları. O da bu yokuştan çıkmıştır mutlaka. Yavaş yavaş. Evlere, duvarlara bakarken neler düşündü, farklı vakitlerin ışığında adeta renk ve anlam değiştiren bir kasabanın tahayyülü içinde nerelere dokundu? Bir ilkokul çocuğu geçiyor, sırtında çantası. Ben de yıllar öncesinin ilkokul anılarına dönüyorum. Çocuklarda kendi suretlerimizin geçmişini arıyoruz. Eliyle işaret ediyor, o yöne dönüyorum. Ağır ağır çıkıyoruz. Biraz ilerde ağaçlıklı bir alan var. Kasabanın hemen dışında. Zaten öyle yerlere kurarlar. Biraz gözden ırak biraz kenarda ama herkes için kaçınılmaz bir anlamla orada durduğu bilinen bir yerde. Buraya da gelmiştir muhakkak. Toprağa, ağaçlara, ötekilere, sessizliğe, rüzgârın hışırtısındaki sükûnete odaklanarak. Dar bir girişi var. Arabayla giriliyor mu? Başını sallıyor. İlerde dönüş yeri var. İlerliyorum. Şimdi iki yanımızda mezarlıklar. Nihayet genişçe bir yerde duruyoruz. Burası nihai nokta. Hafif meyilli bir yere kurmuşlar mezarlığı. Kasabaya yukarıdan bakıyor. Anlamlı. Nerede olabilir diye etrafa göz gezdirirken, hemen şurada diyor. Gösterdiği yere yürüyorum. Evet. Kitabe de adı, doğum ve ölüm tarihi. Zamana dirensin diye mermerden yapmışlar. Mümkün mü? Sonsuzluğun her şeyi eriten, kendinde yok eden anlamı karşısında ne durabilir ki? Otuz beş yıllık bir ömür. Otuz beş yıl bu hayatta nedir ki? İlk gençliğin bitip hayatın ikinci ve daha anlamlı bölümüne başlama vakti, şairin dediği gibi en azından ömrün ortası. Biraz dengelendiğimiz, hayatla başımızın belada olduğu konuları biraz haline yoluna koyduğumuz vakitler. O yapamadı. Artık mezarlığa geldiğimize göre buradaki sükûnete eş bir sessizlik gerekir düşüncesi kadar ezilen içime saygısından susuyor, biraz geride durarak beni onunla baş başa bırakıyor. İşte burada. Bir insan buraya sığar, evet, ya hatıralar, yaşananlar, onların üst üste yığılan ağırlığı? Sesini duyar gibi oluyorum, tonlamasını, ahengini, gözlerindeki zekice pırıltıları görür gibi oluyorum. Bir yolculukta ben arabayı kullanırken dizime yatmıştı, vakit geceydi, yol kötüydü, ağır ağır sürüyordum, dağ başı gibi bir yerden geçiyorduk, gökte yıldızlar vardı. Çok hafif ve derinden ezginin günlüğü, Japon balıkçı çalıyordu, balık tuttuk yiyen ölür, elimize değen ölür… Ölüm şarkılarda gerçekteki gibi durmuyor. Hayatın soluğu ne kadar da her şeyin üzerinde. Henüz yirmili yaşlarının başındaydı, gençti, kelimeleri, fikirleri, hayatları öğrenmek istiyordu, kollarını evren kadar açmak, insanlık her ne yaşamışsa onları kucaklamak istiyordu. Olmadı, erken bir vakitte bilgisine ölümü kattı. Arkadan sessizce pet şişeyi uzatıyor, doldurmuş, suyu alıp mezarının üstüne yavaşça döküyorum. Otlar, çiçekler pay alır, onun ruhuna ne düşer ki? Sağda solda pet şişeleri, yaşayanların çaresizliğe karşı geliştirdikleri bir telafi unsuru. Ölenler artık burada değil, aynı evrende değiliz. Her ne yapıyorsak burada olanlar için yapıyoruz, kendimiz için. Su içişini hatırlıyorum. Yavaşça, kibar. Ege’ye gittiğimizde gün doğumunda beni uyandırmıştı, heyecanla, bak bak, diyerek. Sonsuzluğa uzanan mavi deniz, yeşil, yeşil, her yere nüfuz etmiş yeşil ve dağların ardından kadim zamanlardan beri, çok eski bir ayin gibi adım adım doğan güneş. Hayatın küçük ayrıntılarını her zaman dini bir ibadet hali içinde, büyülenmiş şekilde gözlemleyen yürek, akıl, bilinç, şimdi burada, şu küçük toprak parçasının içinde. Evet, hayat böyle işte. Dua ediyorum. Ölüm nasıl da amansız bir unutuşun karanlık alanı. Geride kalanlar senin adına, senin bir parçan adına, aldığın bir tek nefes adına herhangi bir şey yapabilirler mi? Kaldı ki onlar da zamana teslim olurlar, yavaş yavaş geçmişe bırakırlar öleni.
Gelen oluyor mu? Bazen annesi, o da yaşlandı. Artık eskisi gibi gelemiyor. Babası sağken buralara hep o bakardı, öldükten sonra ilgilenen kalmadı. Belki evlenseydi eşi gelirdi, belki, ya da çocuğu olur, o unutmazdı. Fakat hiç evlenmedi, sonra malum, hastalık…
Sözlerinin devamını getirmedi. Sustuğumuz yerden bir de sonrası vardır konuşulmayanın tamamladığı… Gerçekten eşi, çocuğu gelir miydi, gelse ne kadar gelirdi, çocuk bizim geride bıraktığımız varlığımızın bir yansıması değil ki, başka biri, geçmişe değil geleceğe bakan biri… Kitabe, toprak, üstündeki henüz yeşil otlar… Gece olacak, gündüz, sonra mevsimler değişecek, o burada, hep burada, artık yalnızlıktan korkmadan, sessizlikten, sevgisizlikten ve karanlıktan korkmadan burada. Birazdan gideceğim, uzaklaştıkça hatıralardan da uzaklaşacağım, ara sıra gelecek aklıma, aklıma geldikçe, bu gemi bir kara tabut, lumbarından giren ölür, diyeceğim, gece yolculuklarının içinden yükselecek müzik, onun gözlerini göreceğim, dokunuşu elimde olacak hala… Dua da bitti, bir daha okudum, o da bitti. İnsan gerçekten, kendisini hatırlayan herkes ölünce ölür, diyen sadece zihni bir temrin yapıyor, insan ölüyor işte, dokunduğu, konuştuğu, birlikte şarkılar söylediği, karanlığın içinde nefesini dinleyerek uyuduğu insanlar yaşarken de ölüyor. Artık sona yaklaştığını anlayınca köye geldi, burada kaldı, diyor. İnsan ölümle bu en büyük karşılaşma ile nasıl ve nerede baş edebilir ki? Kısacık hayatının sonunu çocukluğundaki geçmişe bağlamak için mi geldi, toprağının karıldığı yerlerin tanıdıklığında mucizevi bir şifa mı aradı? Ölürken öyle demiş işte, ben bir tek onu sevdim, çok sevdim. Öylece duruyorum, artık hayatla her tür hesap kitap görülürken kalbinizdekini hesapsız ve kitapsız paylaşma arzusu. Hayat, ölüm ve aşk. Eros, iki farklı varlığın sonsuz bir çoğullaşmada bütünleşmesi, philia ve agape ile kardeş bir anlamda, onun basit bir cinselliğe indirgenmesi ne kadar yanlış. Kelimeler, kelimeler… Nereden geliyor aklıma şimdi sevgiye ilişkin bu alıntılar? O zaman ben de bilmiyordum, sonradan öğrendim, şimdi burada bütün anlamlar geçmiş duyarlılıklara sarınmış halde, bir karış yerde insanlığın bütün hikâyesinin özeti gibi
Etrafta kimse yok. Bir daha dua okuyorum, ona ve buradaki tüm arkadaşlarına. Bir daha gelir miyim, gelebilir miyim, mezarının görüntüsünü zihnime nakşediyorum. Kalsın orada.
Gidelim, diyorum. Yavaşça uzaklaşıyoruz. Akşam oluyor. Nasıl da kederli bir akşam. Son günlerinde yüreği nasıl dayandı kasabaların o hepsinde ortak akşam vakitlerine? Akşam da günün ölümü… Üzüldünüz, diyor. Hayat böyle diyorum, hepimiz öleceğiz. Hiç olmazsa o üzülmesin, çünkü onu en son görenlerden…
Kasabanın tozlu ana caddesinden geçip evleri, kavak ağaçlarını geride bırakıyoruz. Birazdan düzene girerim, daha iyi olurum, öyle olurum, evet.