Edirne´de doğan yazar Hakan Özaydınlık´ın kaleme aldığı D´anderne Sarı Veda-Bir Edirne Hikâyesi adlı romanı geçtiğimiz mart ayında okurla buluştu. Ceren Yayıncılık´tan çıkan kitap, Trakya Olayları yüzünden Edirne´den kaçmak zorunda kalan Raşel Salinas´ın yıllar sonra Türkiye´ye dönmesini ve Avukat Harun ile bir araya geldikten sonra gelişen olayları konu ediyor. Eser, 1934 Trakya Olayları nedeniyle köklerinden koparılmış Edirneli Yahudilerin hatırasına bir saygı duruşu niteliğinde.
Kendinizi Şalom okuyucusuna tanıtır mısınız?
1969’da Edirne’de dünyaya geldim. Asker bir babanın oğlu olarak ülkenin birçok farklı yerinde geçti çocukluk yıllarım. Şu an Muğla’da yaşıyorum. 1993 yılında özel televizyonların açılmasıyla birlikte önce bölgesel bir televizyonda görüntü yönetmeni olarak atıldığım medya macerama. Bir süre ara vererek farklı sektörel deneyimler yaşamış olsam da kendimi medya çalışanı olarak tanımlıyorum. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema mezunuyum. Halen, edebiyat çalışmalarımın yanı sıra medya sektöründe bağımsız metin yazarlığı ve seslendirme sanatçısı olarak üretimler yapmaya devam ediyorum. İlk romanım Stratonikeia, Ölümsüz Kentin Hikâyesi, 2018 yılında okuyucuyla buluşmuştu. D’anderne Sarı Veda, mart ayında Ceren Yayıncılık’tan çıktı. 2022 yılı, Edirne’nin 100. kurtuluş yılı olması nedeniyle Edirne Belediye Meclisi tarafından ‘Edirne Yılı’ ilan edilmişti. Edirne tarihine dokunan bu son romanımın böyle bir dönemde çıkmış olması anlamlı bir tesadüf oldu benim için.
‘D’anderne Sarı Veda’ romanını okuyucumuz için özetler misiniz?
D’anderne Sarı Veda, Trakya Olaylarını yani 1934 yılında Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli ve Edirne’de yaşayan Yahudi nüfus üzerine yapılan saldırıları ve mülksüzleştirme hareketini konu edinen kurmaca bir roman. Romanı kaleme alırken, ülkenin en batısında bir kent olarak Edirne’yi merkeze alıp, iki farklı zaman diliminde Edirne özelinden yola çıkarak ülkenin sosyo-politik macerasındaki bazı nirengi noktalarının okuyucu tarafından sorgulanmasını arzuladım ve bunu yaparken de hikâyenin ana çatısını iki ana kahraman -Avukat Harun Günday ve Raşel Salinas- üzerinden kurguladım. Avukat Harun’un Edirne’de süren başarılı meslek hayatı bir gün New York’tan gelen elektronik postayla ilginç bir hal alacaktır. İletiyi gönderen Avukat Mr. Hoffman, Amerika’dan Edirne’ye gelecek bir müvekkili için kendisini vekil tayin etmek istediklerini bildirir. Günday teklifi kabul eder. Gelen kişi 75 yıl önce yaşanan Trakya Olayları nedeniyle henüz genç bir kızken Edirne’den ayrılmak zorunda kalan Raşel Salinas’tan başkası değildir. Romanın sonraki bölümlerinde hem Harun hem de okuyucu, Edirne’nin kadim tarihinde önemli bir yer tutan Yahudilere ait kültürle tanışırken diğer yandan 1934 Trakya Olaylarının açtığı yara ile yüzleşmek durumunda kalır. Harun, Raşel’i tanıdıkça hikâye daha da derinleşecektir.
Romanın başlığı ile ne anlatmak istediniz?
Romanı kaleme almadan önce, yaklaşık iki yıl süren çok sayıda okuma yaptım. Akademik yayınlar, arşivler, yayınlanmış araştırma kitapları, hatıralar… Sanırım yazdığımdan kat kat fazlasını okudum. Bu araştırmaları yaparken Edirneli Sefarad Yahudilerinin ‘Edirne’yi Ladino dilinde ‘D’anderne’ diye telaffuz ettiklerini öğrendim. Mademki Edirneli Yahudilerin hikâyesini edebiyata taşıyacaktım; o halde ben de ‘D’anderne’ diye tanımlayarak Yahudi dostlarımızın anısına gönderme yapmak istedim. Neden ‘Sarı Veda’ derseniz; o da Trakya düzlüklerini her yaz sarıya boyayan ayçiçeği tarlalarının rengidir ve her Edirneli özellikle de yaz aylarında Edirne’den ayrılıyorsa bu sarı düzlüklerin içinden geçerek uzaklaşır memleketinden… ‘Sarı’ biraz ayrılığın biraz da hüznün rengidir diyebiliriz.
“Sarı ayçiçekleri tarlalarından geçmeden Edirne’ye ne girebilir, ne de çıkabilir. Gelenler için müjdeler taşıyan bu sarı deniz, gidenler için büyük bir hüzne dönüşür. Ayçiçekleri ince ve uzun boylarıyla hiçbir yere tutunmadan, tek başlarına güneşe uzanırlar. Oysa köklerini çekip baktığımızda, hepsinin birbirlerine dokunup, sarmaş dolaş olduklarını görürüz. Tıpkı Edirne’nin yüzyıllardır birlikte ama tek başlarına görünen kadim halkları gibi.”
Bu benzetme için neler söyleyebilirsiniz?
Bu benzetme, Son Talika, Edirne Kırmızısı gibi Ceren Yayıncılık’tan çıkan romanların yazarı sevgili büyüğüm Sabriye Cemboluk’a ait. Kitap arka kapağına yazılacak belki de en doğru benzetmeydi diyebilirim. O yüzden bu vesile ile Sabriye Cemboluk’a şükranlarımı sunmak isterim tekrar.
Gerçekten de öyledir; medeniyetler buluşmasının payitahtıdır Edirne. İnanılmaz zengin bir kültüre sahip bu coğrafyada bütün halklar yüzyıllar boyunca bir arada yaşamanın bir yolunu bulmuştur. Sadece Müslümanlar için değil, Hıristiyanlar, Yahudiler hatta Bahailer için de kutsal bir kent olma hüviyetini üzerinde barındıran bu kentin kültürü o zengin köklerden beslenerek bugünlere gelmiştir. 1934’te yaşanan Trakya Olayları bu kültüre indirilmiş çok büyük bir darbe olarak tarih sayfalarında yer etmiştir bana kalırsa. Bugün Edirne’de Yahudi vatandaşlarımız yok denecek kadar azdır ve bu durum Edirne kent kültürüne büyük bir zarar vermiştir. Konuştuğum Edirneli Yahudiler hâlâ Edirne’yi özlemle yâd etmektedir. Hatta Edirne’yi çeşitli nedenlerle terk etmiş bazı Edirneli Yahudi dostlarımızın tekrar Edirne’ye dönme kararı almalarının kentte büyük bir sevinçle karşılandığına bizzat şahitlik ettim. Yani esas olan köklerimiz ise, o kök hâlâ sağlamdır diyebiliriz.
“YİTİRİLEN GÜVEN BİR DAHA TESİS EDİLEMİYOR”
Sizce Trakya Olayları, aynı dönemde Almanya’daki Nazizm’den beyinleri yıkanmış bazı kişilerin çıkardığı olaylar mıdır, yoksa başka nedenleri de var mıydı? Olaylar nasıl bastırıldı?
Romanı kaleme almadan önce, 1930-1934 yıllarının hem ulusal hem de yerel basınını önemli oranda inceleme fırsatı buldum. Görünen o ki basının bir kısmı bu süreçte Almanya’da yaşanan Nazizm’den de etkilenerek antisemit bir tavır almış. Hatta bazı yayın organları Yahudileri direk hedef gösteren yayınlar yapmaktan geri durmamış. Bu dönemde Alman Propaganda Bakanı Gobels’in davetlisi olarak bazı yazarların Almanya seyahati yaptıklarına da şahitlik ediyoruz. Önceleri “Türkçe Konuş Vatandaş” başlıkları ile çıkan bazı gazete ve dergilerin zaman içinde dillerini iyiden iyiye keskinleştirdiğini görüyoruz. Aynı dönemde Edirne’de lise öğretmeni olan Hüseyin Nihal Atsız’ın çıkardığı Orhun dergisinde yazdıkları bu keskin yazılara en iyi örnektir zira Yahudiler doğrudan hedef gösterilmektedir. Elbette o dönemin konjonktürü içerisinde hükümetin aldığı bazı kararlar da bu olayların çıkmasına zemin hazırlamış olabilir. Örneğin, İskân Kanunu… Bu kanunun, II. Dünya Harbinin çıkma olasılığına karşılık sınır bölgelerindeki gayrimüslimlerin nüfus olarak azaltılmasını hedeflediği biliniyor. Bundan cesaret alarak Yahudi nüfus üzerinde bir baskı kurulduğu da bir gerçeklik diğer yandan.
Aslında olaylar çok uzun sürmüyor ama etkisi çok uzun süre devam ediyor. Bir yağma ve mülksüzleştirme hareketine dönüşen olaylar yaklaşık bir hafta sürüyor ve İsmet İnönü’nün mecliste yaptığı konuşmanın ardından bıçak gibi kesiliyor. Elbette etkisi bundan daha fazla sürüyor zira İnönü’nün “Yahudi vatandaşlarımız evlerine dönebilirler” garantisine rağmen yitirilen güven bir daha tesis edilemiyor. Bu olaylar sırasında ciddi travmalar yaşayan Yahudi dostlarımız zaman içinde kenti yavaş yavaş terk ediyor. Sadece Edirne değil elbette; Çanakkale, Tekirdağ, Kırklareli… Tüm bu kentlerde yaşayan Yahudiler için geçerli söylediklerim. Edirne’nin nüfusu toplam 40 bin civarı iken yaklaşık 25 bin Yahudi vatandaşımızın Edirne’de yaşadığı biliniyor. Şimdi ise bu sayı bir elin parmaklarını geçmiyor. Durumun vahametini anlamak için bu rakamlar önemli diye düşünüyorum.
“D’anderne Sarı Veda kurmaca bir roman fakat yaşanan olaylar ve süreç, tarihi tüm çıplaklığı ile ortaya çıkarıyor” demişsiniz. Unutulmaya yüz tutmuş bu olayları açıklığa kavuşturmak sizce neler kazandırabilir?
Anadolu tarihi esasen savaşlar, göçler ve acılar tarihidir. Bu acıların birçoğu dış kaynaklı olmakla birlikte bazı acıların bizim hatalarımız sonucu ortaya çıktığını bilmemiz, anlamamız gerekiyor diye düşünüyorum. Sokakta bisikletten düşüp bacağını yaralayan çocuğun, ebeveyni kızmasın diye eve gelince yarasını saklaması gibi yaralarımızı saklı tutamayız. Bu yaraları iyileştirmenin en iyi yolu her şeyden önce onları görünür kılmaktır. “Bunlar tarihte kalmıştır!” diyerek de sorumluluktan kaçamayacağımızı yakın tarihimizde yaşadığımız olaylar bize gösteriyor. Toplum mühendislerinin her dönemde uygun sinir uçlarını harekete geçirmekte bir beis görmediğini kaç kez daha deneyimlememiz gerekiyor? Trakya Olayları tarihte kaldıysa, Maraş’ı, Çorum’u, Sivas’ı nasıl izah edeceğiz? O yüzden bu kadar çabuk unutmamalıyız bana kalırsa… Bu hatırlatma sadece tarihçilerin işi olmamalı; edebiyat da bu hafızanın yenilenmesine katkı sunmalı diye düşünüyorum.
“DİLDEN DİLE ANLATILANLAR DA GENELLİKLE HEP GÜZEL ANILARDAN İBARET”
Roman akıcı bir lisanda yazılmış. Okumaya başladığınızda elinizden bırakamıyorsunuz. Ayrıca, tabu olan bu konuyu işlemeniz de ilgiyi daha çok arttırıyor. Sizi bu konuda yazmaya iten sebep neydi?
En başta, kendimi tanıtırken söylediğim gibi; ben Edirneli bir yazarım… Açıkçası Edirnelilerin birçoğu Trakya Olaylarını bilmiyor. Bilmediği için de Edirneli Yahudilerin neden kenti terk ettiklerini anlamakta güçlük çekiyor. Dilden dile anlatılanlar da genellikle hep güzel anılardan ibaret. Öyle olunca kimse bir yüzleşme yapma gereği hissetmiyor açıkçası. Bu durumu salt Yahudilerin tercihi olarak görüyor büyük bir çoğunluk. Elbette bunda Yahudi vatandaşlarımızın durumdan şikâyetçi olmamaları da büyük etken. Herkes 6-7 Eylül Olaylarını, 1915’i tartışıyor fakat Yahudiler bu konuda suskun kalmayı tercih etti uzun yıllar. Hatta bugün bile çok şikâyetçi olduklarını duymadım. Kendilerini vatanın öz evladı olarak tanımlayan Yahudiler, bu yaşananları da aile içi çatışmalar olarak görerek konuşmamayı tercih ettiler belki de; kim bilir? Öyle bile olsa Edirneli bir yazar olarak bu yüzleşmeyi yapmak ve aslında ne olduğunu anlatmak ihtiyacı hissettim açıkçası. Okurlardan gelen olumlu tepkileri aldıkça doğru bir tespit yaptığımı düşünüyor ve çok mutlu oluyorum.
Kitabınızda 20. yüzyılın başlarında Edirne’de Yahudi yaşamı, gelenekleri, aile yaşamı ve ticaret hayatına dair açıklamalar var. Bu detayları öğrenmek için yaptığınız çalışmalar hakkında bizi bilgilendirir misiniz?
Çok okudum… Gerçekten çok sayıda kitap ve yayını takip ettim. Elbette Edirneli olmanın da ciddi bir katkısı oldu o ruh haline bürünmemde. Edirne’nin Kaleiçi semtinde eski Yahudi evlerini tek tek gezdim. Merdivenlerinde oturarak uzun süre o yaşamların hayalini kurdum. Trakya Olaylarını yaşamış kişilerin hatıralarını titizlikle inceledim. Edirne yerel basın arşivi ve ulusal basın arşivini detaylıca gözlemledim. Tüm bu öğrendiklerimden yola çıkarak da yeni bir hayat kurguladım. Yani, Edirne’deki Yahudi kültürünü kendi yarattığım bir aile olarak Salinas ailesi üzerinden okuyucuya taşıdım.
Trakya Olaylarını yaşayan Yahudiler artık hayatta değil, olanlar da çok yaşlı. Bu konu hakkındaki bilgileri kimlerden öğrendiniz?
Ülkemizde sözlü tarih çalışmaları maatteessüf çok yeterli değil. Fakat bu konuda araştırmalar yapan Rıfat Bali, Naim Güleryüz ve kendi hatıralarını yazan Erol Haker gibi yazarların kaleme aldığı sözlü tarih çalışmaları bir yol haritası çizmemde önemli katkı sağladı. Onlara minnettarım. Edirneli dostlardan edindiğim bilgileri de harmanlayarak kendi kurgumu oluşturdum. Yahudi kültürünü anlatırken hatalar yapmış olabilirim belki de… Eğer bir hata yapmışsam da Yahudi dostlarımızın beni hoş göreceklerine inanıyorum.