ŞALOM, ŞİŞLİ 1965

Perspektif
9 Kasım 2022 Çarşamba

 Dr. Doğan Şenocak

Kapıyı açıp da beni gördüğünde daima gözleri parlardı. Hemen arkasından, “Presiado de kasa, paşam benim hoş geldin” diyerek iki yanağıma da ıslak öpücükler kondurur ve sıska bedenimi sanki bir daha hiç bırakmayacakmış gibi sarmalardı. Meri ve İzak ile ilgili ilk anılarım herhalde benim 5-6 yaşlarında olduğum yıllara uzanır. Şişli’de, Hanımefendi Sokak denilen o sokakların sultanı olduğunu düşündüğümüz sokakta, 1960’lı yılların ortasında muhteşem bir kültürel zenginlik içinde yaşardık. Komşularımızın arasında bol Yahudi, Ermeni, Rum, tek tük Süryani, Alman, İtalyan, Fransız hatta Japon bile vardı. Kapıcıların çoğu Sivaslı Aleviler, Elazığ’dan yeni taşınmış Kürt ve Kastamonululardı. Bütün bu çeşitlilik, değişik diller, kırık aksanlar içinde hiç huzursuzluk yoktu doğrusu. Evet babam sinirlendiği zaman kendisinin bile ciddiye almadığı “Bu Yahudilere güven olmaz. Kaşınmasalar o Ermenileri sürmezlerdi. Elin Kürtüne bak sanki parlamenter gibi cakayla yürüyor” benzeri ırkçı laflar ederdi ama zaten iğneleyici laflarını hiç kimseden esirgemezdi ki.

Esas keyfi yerine geldiğinde söylediklerini kafama yerleştirdim ben; “Yahudilerden arkadaş edin, insana güvendiler mi hiç unutmazlar; Kürtler kadar çalışkan ve dostuna sadık olanı yoktur en iyi ustalar daima Ermenilerdir; meyhaneye gideceksen masanda mutlaka bir Rum arkadaşın olsun”. Yaşamın amacı yaşanılan anı güzelleştirmeye çalışmaksa bunlar değerli detaylardı.

Komşuların hepsi de beni çok severdi doğrusu. Madam Aida kırık Alman Türkçesiyle, “Çucuğum Vaynahtın’da gelip hedayeni al mutlaga” der, gitmezsem illa ki bir şeyler yollardı Kürt kapıcısının kızıyla. Madam Eleni beni sokakta gördüğünde yanağıma iki öpücük kondurmadan bırakmazdı, kıpkırmızı ruj izlerini yanağımdan silmezdim ben de bütün gün. Hele eşi Jırayr Amca, çocukluğumda her gördüğünde cebime sıkıştırdığı lolipoplar, ergenlikte hediye ettiği filtresiz Pall Mall sigaralarla benim için çok önemli bir kişilikti.

Ancak Meri ve İzak bambaşkaydı; ben onların olmayan çocuğuydum sanki. Diğer komşu evlerinde de misafirliğe giderdik ama Santral Apartmanı daire 3 adeta benim diğer evimdi. Sokaktaki diğer Yahudi ailelerin aksine pek varlıklı değildi İzak, elindeki bavulla ev ev dolaşarak taksitle kadın giysisi satarak geçimini sağlardı. En sadık müşterilerinden biri annem olduğu için küçük yaşlarımdan itibaren benim sık sık o eve gidip taksit vermem, değişme için gönderilenleri götürüp yenilerini getirmem gerekirdi. Eve girdim mi de Meri’nin neşesi yerine gelir, beni tıka basa doyurmadan, biraz sohbet etmeden geri göndermezdi. Ben ne kadar sıskaysam o da o kadar kiloluydu ama “kilolar hep kortizon yüzündendi”. O yaşlarda henüz ne olduğunu anlayamadığım ve sık sık tekrarlayan bir hastalığı vardı, yılda iki-üç kez apar topar Haseki Hastanesine yatar, 10-15 günden evvel çıkmazdı. Kendi hesabına göre 30-35 kere ameliyat olmuştu. “Sıska kalırsan sağlıklı olamazsın” der ve kendi eliyle bana yaptığı börekleri, “Buna Yahudi pastası derler, hem lezzetli hem de besleyicidir” diyerek üzerine toz şeker ektiği tereyağlı ekmekleri yedirirdi.

Meri’nin bana sevgisi, beni beslemeye olan merakı, benim de ona olan sevgim ve babamın tabiriyle o ‘Yahudi’ evine ilgim hiç bitmedi. Çocukluk yıllarımdan itibaren o ‘farklı’ ev bana kapısından girdiğim andan itibaren bambaşka bir dünyaya seyahat etme fırsatı verirdi. “Bak buna mezuza” denir diyerek kapının kenarına asılı minik kutuyu ilk gösterdiği günü hatırlıyorum, “Sizinkiler muska asarlar sağa sola, biz de kapıya bunu koyarız, tüm kötülükler dışarda kalır.” Nenemin sürekli fanilama takmaya çalıştığı muskadan daha pratik geldiği için akşam babama bizim de muskayı kapıya asmamızı teklif ettiğimde “Gönderme bunu o eve bir daha, çocuğun kafasını karıştırıyorlar” diye fırça yemiştik hepimiz.

Santral Apartmanı daire 3, o kadar farklı bir dünyayı içerden izleme fırsatı veriyordu ki bana babamın yasağının geçerli olabilmesi mümkün olmayacaktı. Yıllar içerisinde önce her fırsat bulduğumda, daha sonraki yaşlarda hem Meri hem İzak iyice hastalandığında ailenin doktoru olarak ilaçlarını yazmaya, pansumanlarını yapmaya o kadar çok girip çıktım ki o eve bir vazonun yeri değişse bile farkına varabiliyordum. Çocuk halimle bile ilk fark ettiğim yoksul bir aile olmalarına rağmen evlerinin yoksul Türk evlerinden farklı olduğuydu. Her şey temiz, bakımlı, düzenli, kendi evimde görmeye alıştığım gibiydi. Şimdi bunu düşündüğümde bana tanıdık gelenin o evin bir yerleşik düzeni, şehirlileşmiş olmayı hissettirmesi olduğunu anlıyorum. Evin farklı bir kokusu da vardı sanki, iyi veya kötü değil ama farklı, çocuk kafamla bir nevi ‘tütsü’den kaynaklandığını düşünmüştüm o zamanlar bunun. Duvarlarda tanımadığım semboller, hiç anlamadığım bir alfabe ile yazılmış yazılar ve bol bol iki eşkenar üçgenin oluşturduğu yıldızlar asılıydı. Her tarafta çerçeve içinde siyah beyaz ve hiçbirini tanımadığım, o evde de hiç görmediğim insanların resimleri eve sanki daima bir kalabalık olma hissi veriyordu. Mahalledeki diğer Yahudi komşular ve kuzenleri ziyarete geldiğinde aralarında farklı bir lisanla konuşmaları da çok ilgimi çekerdi. Meri ve arkadaşları bizim apartmandaki zengin Yahudiler gibi aralarında Fransızca konuşmuyorlardı. Arada tanıdık Türkçe kelimelerin de olduğu, melodik güzel bir lisandı bu. “Bu lisanın adı Ladino, presiado” dedi bir gün sorduğumda Meri. “Bu da bizim gibi soyu tükenmekte olan bir canlı, bak bu gazetenin de 3-4 sayfası Ladino dilinde basılır, bildiğim kadarıyla dünyada başka örneği yok.” Mahalledeki azınlıkların çoğunun kendi lisanlarındaki gazetelerine ve onları dağıtan gezgin bayilere alışıktık. Ermeni gazetesi ‘Jamanak’ ve Rumca basılan ‘Apoyevmatini’ her gün düzenli dağıtıldığı için tanıdık gazetelerdi ama ‘Şalom’ gazetesini ilk kez o gün gördüm. Ladino ile basılan sayfaları açtı Meri önüme, okuması kolay, diğer yabancı diller gibi tuhaf harf karışımları içermeyen, Türkçe gibi okunabilen bir yazıydı bu. Bir-iki cümle okuyunca Meri çok sevindi, “Bak bak bak, hemen öğrenmeye başladın bile paşam benim” diyerek gazeteyi bana verdi ve “Al götür, evde bak buna” dedi.

Şalom’un sayfalarını karıştırmak, o nesli tükenmekte olan lisanla yazılmış sayfalara bakmak, İstanbul içinde hem de yakınımızda ama bizlerden çok farklı bir dünyaları da olan insanların yaşamlarına tanıklık edebilme fırsatı bulabilmek o zamanlar bana büyülü bir seyahate çıkmışım duygusu verirdi. Şalom Türkiye’nin sürekliliği en uzun gazetelerinden biri olarak varlığını sürdürüyor 75 yıl sonra bile. Gazetenin tabii ki eski büyüsü kalmadı gözümde, hem içerik ve tarz olarak gündelik diğer gazetelere benzedi, hem de yıllar içerisinde onlarca yakın Yahudi arkadaşım olması sayesinde yaşamlarını daha da yakından tanıma fırsatı buldum, bana artık o kadar farklı bir dünya sunmuyor doğal olarak. Elimdeki tek tük Meri’den kalma Şalom’lara baktığımda ise durum bambaşka, 65 yaşına yaklaşmış olmanın da arttırdığı o nostalji duygusu, Meri’nin evinin kokusu, o rengarenk Hanımefendi Sokağının kendine özgü kişilikleri gözümün önünde resmi geçit yapıyorlar. Yahudi olmayan bir Şişlili olarak Şalom bana keyifli çocukluk günlerimden bir anı, varlığını hala sürdürüyor olabilmesi de adeta bir umut kaynağı, nesli tükenmekte olan bazı şeylerin tükenmediğinin ve belki de tükenmeyebileceğinin bir işareti.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün