Maalesef Türkiye´de çalışmak, geniş bir kesimce sadece hayatını devam ettirebilmek için mecbur olunan şey olarak görülüyor. Pek çokları erken emeklilik peşinde ve çalışma motivasyonunu erken emeklilikten alıyor. Elbette ülkemizde çalışma koşullarının ağır oluşunun ve ücretlerinin düşüklüğünün bunda çok etkisi var. Ancak yine de çalışmayı ´hayatı kaçırmak´ olarak gören bakışı kabul edemiyorum.
Özellikle yeni yıl öncesinde yapılan klasik sokak röportajlarında sık sık gördüğümüz bir sorudur; “Milli piyango size çıkarsa ne yaparsınız?” Cevap klasiktir; ev alırım, evler alırım, kiraya veririm ve çalışmam. Dünyada haftalık olarak en çok çalışma saati olan ülkelerden biri olmamızdan mıdır bilmem, çalışmaya karşı ciddi bıkkınlık var. Halbuki milli piyango size çıkarsa, artık çalışmak çok daha zevkli olmalı değil mi?
İnsanlar özellikle gençler çalıştıkları vakitte hayatı kaçırdıklarına, dışarıda koca bir dünya olduğuna ve onlarınsa bu koca dünya karşısında sadece çalışmak zorunda olduklarına inanıyor. Ben bu görüşe katılmıyorum. İş dünyası, duyguların minimuma indiği, herkesin birbirine profesyonel çıkarları doğrultusunda yaklaştığı, kimsenin kimseye bedava bir şey vermediği bir yer. Dolayısıyla aslında hayatın ta kendisi. Bu sebeple iş dünyasının dışında olmak aslında hayatın dışında olmak anlamına gelir benim için. Hayatın kendisi ile ilgili gerçek bilgileri, bilgeliği, tecrübeyi en çok buradan alabiliriz diye düşünmüşümdür hep. Çünkü dediğim gibi, burası herkesin kendisi, ailesi ve sevdikleri için çıkarlarımı maksimize etmeye çalıştığı bir arena ve ancak buradaki gerçek bir mücadele insanı tam anlamıyla olgunlaştırır. İş dünyasının dışında geçen bir yaşam, insanı çok önemli tecrübelerden mahrum bırakır.
Zayıf Düşünce Yapısı
Ikea’nın sahibinin 93 model bir Volvo’ya binmesi, zaman zaman ekonomi magazininin konusu olur. Hayatının geri kalanında hiç çalışmamak için belli bir süre olabildiğince çalışmaya yönelik düşünce yapısı, aynı zamanda çalıştığınız süre içindeki hayattan keyif almanızı da engelliyor. Bu bağlamda ülkemizdeki en büyük sorunlardan biri de, sevdiği işi yapan insanların oran olarak çok düşük olması.
Milyonlarca insan asgari ücretle çalışıyor ve bu bağlamda insanların işlerini severek yapması hiç kolay değil, ülkemizin gerçeklerinden uzakta biri değilim. Ancak düşünce yapısı olarak, Ikea gibi bir dünya devinin sahibinin de 93 model bir arabaya binebilecek olması, çok zengin ve hayatı boyunca maddi olarak çalışmak zorunda olmasa bile yine de çalışan birinin bize bu kadar uzak gelmemesi gerekiyor. Çünkü sadece maddiyat için yapılan işlerin ister istemez kalitesi düşüyor, kalite düştükçe de maddiyat için çalışmak zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla bu aslında kısır bir döngü ve bu döngüyü kırmanın tek yolu sadece para için çalışmak fikrini ardımızda bırakmak.
Maalesef gelişmekte olan ülkelerde, matematiğin de bir sonucu olarak, tüketim üretimden daha ön planda oluyor insanların zihninde. İnsanlar, başka insanlara verdikleri değeri ürettikleri üzerinden değil, tükettikleri üzerinden biçmeye daha meyilli oluyorlar. Bana göre ihtiyacımız olan şey, insanımızı tüketime değil, üretime özendirmek. Çünkü üretmenin gerçekten keyfini almış bir insanın, tüketimini azaltacağını ve aynı zamanda hayat amaçlarından birinin ‘üretmeden tüketebileceği rahat bir hayat’ olmayacağını düşünüyorum.
Sevgili dostlar, aslında söylenecek çok fazla şey var. Az çalışarak çok para kazanmanın bir insanı ‘akıllı’ yapmayacağını, yaptığınız işin insanlığa bir fayda sağlaması gerektiğini, bir insanın üretiminden fazla yapacağı tüketiminin onun hem ruhunu hem de bütçesini karartacağını anlamamız gerekiyor. Bunlar belki de çok küçük yaşlarda öğretilmesi, aşılanması gereken çok önemli düşünce yapıları.
Çok söylenir, eskiden bankalar kumbara dağıtırdı, şimdi ise kredi kartı dağıtıyor diye, çok doğru ve acı bir gözlem. Önemli olan, insanların büyük bölümü diğerlerini tüketimlerine göre tanımlarken de, doğru tarafta kalabilmektedir diye düşünüyorum. Çünkü karakter kendini baskı altında gösterir...