Edebiyattaki Felsefe Söyleşileri – Yahudi İnsandan İnsan Yahudi'ye

Perspektif
16 Kasım 2022 Çarşamba

Konuşmacı: Metin Sarfati / 27.04.2021

“Ben” problemini ele alırken, kendi kitabımdan bahsederek işe başlamak istemiyordum fakat bu son kitabımda yazdıklarım, Spinoza ve özgürlük problemi ile ilgili, o yüzden oradan başlamayı tercih edeceğim.  Kitabın ismini biliyorsunuz; Yahudi İnsandan İnsan Yahudi’ye. Oranın içinde birtakım problematikler var. Problematiklerden bir tanesi ve en önemlisi; bu topraklar üzerinde insanı tarif etmek, bu topraklar üzerindeki daha çok entelektüeli tarif etmek. Öyleyse bu topraklar üzerindeki gelişmiş veya gelişememiş veya düşüş halindeki uygarlığı tarif etmek.

Önce insanı tarif ederek başlayalım. Yapacağım insan tarifi ya da yapacağım yaklaşım Spinoza’yı hatırlatacak. Öyle bir insanız ki, neredeyse bütün insanların toplamıyız her birimiz, nerdeyse bütün hayvanların toplamıyız, neredeyse bütün bitki örtüsünün toplamıyız, neredeyse bu evren üzerindeki bütün minerallerin, maddi birikimlerin toplamıyız. Öyleyse; biz insan değiliz, evrenin ta kendisiyiz.

Böyle başladıktan sonra uygarlık yaklaşımımı aktarayım. Eğer bir uygarlık, bugün olduğu gibi, neden olduğu problemleri çözemiyorsa, bu uygarlığa çöküş halindeki bir uygarlık diyebiliriz. Eğer bir uygarlık kendi ürettiği problemlere gözünü kapatıyorsa, eğer bir uygarlık kendi ürettiği problemi duymazdan geliyorsa, öyleyse bu uygarlık çöküş halindedir diye tekrarlayabiliriz. Bir uygarlık eğer kendi prensiplerine ihanet ediyorsa, bu uygarlık dikkate bile alınmayacak bir uygarlıktır.

Üzerinde yaşadığımız topraklar, bütün insanların ortak bir uygarlığın bir parçası olmakla beraber, tabi ki kendine özgü nitelikler taşıyor. Bunun farklılığını vurgulamaya ve anlatmaya çalışacağım. Bunun farklılığını anlatırken, gözümüzü kapadığımız, görmemeye çalıştığımız, görmemek için teşvik edildiğimiz, görmemek için tahrik edildiğimiz, birtakım problemleri ortaya koymaya çalışacağım. Temel problematik şu ve buradan hareket edeceğim; bu topraklar üzerinde entelektüel birikim herkesin dikkatini çekmesi gerekecek kadar azdır. Bu topraklar üzerindeki entelektüel verim, bu topraklar üzerindeki zihinsel verim, hep çok övünüldüğü gibi, eski Yunan uygarlıkların, Roma Uygarlıklarının, Hıristiyan uygarlıklarının ve daha eski uygarlıkların üzerinde oturulmasına rağmen, bu topraklar üzerindeki uygarlık bunların mirasını sahiplenememiştir. Bunların mirasına bir katkı yapmakta zorlanmıştır. Sebebi çoktur. Zannediyorum nedenlerden en büyüğü; bu çoklu mirasa her şekilde sırt çevrilmiş olmasıdır. Yakın tarihlere gelindiğinde; mesela Osmanlı’nın en parlak dönemi olan 1500’lü yıllarda 1600’lerin ilk yıllarında, oradan itibaren bu topraklar üzerinde entelektüel, zihinsel, bilimsel, düşünsel üretimin son derece az ve kısır olduğu gözlemlenecektir.  

Burada ciddi bir problem var ve ben bu problemi şu şekilde ele almak istedim. Kristof Kolomb’un dönemine gidiyorum. İspanya-Portekiz asıllı Kristof Kolomb, Amerika; Yeni Kıta’ya giden yolu açan büyük gemici. Bugünün dünyasının temel mimarlarından bir tanesi. O dönemde Amerika’ya gidecek yeni yolu açabilmek için, dönemin İspanyol Kraliçesinden (Isabel) destek alıyor ve Amerika’ya yelken açıyor. Aynı dönemde bir gelişme daha oluyor. Aynı dönemdeki gelişme de, aynı İspanya Kraliçesi, Yahudilerin, aynı zaman da Müslümanların da, genel olarak Yahudilerin, ya Hıristiyan olmasını ya da ülkeyi terk etmesini öneriyor ve onları sınır dışı ediyor. Kristof Kolomb bir Yahudi olarak destekleniyor. Büyük entelektüel birimi olan, büyük bilimsel birikimi olan, büyük ticari dehası olan diğer Yahudiler toprakların dışına çıkarılıyor. Bu Yahudiler dünyanın dört yanına dağılıyor. Bazı iktisatçılara göre, bunların arasında Sombart da var, ünlü sosyolog Weber var. Onlara göre, dünya kapitalizmin temelleri bu sırada, bu ihraçla gerçekleşiyor. Ben buna çok katılmıyorum ama bunun şu kısmına katılacağım. Tabi ki sürülen Yahudilerin gittikleri her yerde iktisadi ve entelektüel açıdan bir değişiklik yarattıkları göze çarpıyor. Bizi burada ilgilendirecek olan iki tane temel yer olacak. Bir tanesi Batı’da, örneğin Hollanda’da, başka bir yer de olabilir. Neden Hollanda olduğu anlaşılmıştır herhalde. Çünkü Spinoza’nın büyüyeceği yer.  Descartes’ın da sonra geleceği yer. Aynı dönemde Osmanlı İmparatorluğuna da aynı yerden çıkmış olan Yahudiler gelecek. Hollanda’ya gitmiş olanlardan, mesele Spinoza’nın hocası Uriel Da Costa çıkıyor. Mesela daha sonra radikal rasyonalist, Batı uygarlığına rasyonalizmi getiren, aklı taşıyan, bütün anlaşmazlıkları bir yana, Descartes ile beraber aklı taşıyan Spinoza’yı görüyoruz. Şimdi o andan itibaren dikkatimi çeken şu oldu kitabı yazarken; Osmanlı İmparatorluğuna aynı yerden gelen Yahudiler, bir taraftaki Kristof Kolomb ile Yeni Dünya’yı keşfediyor, bir taraftan Spinoza ve diğerleri ile eski dünyanın yeniden uygarlık yarışına çıkmasının temellerini hazırlıyor. Bu topraklardan ise çıka çıka mesela Sabetay Sevi çıkıyor.

Bir tarafta Spinoza, ondan biraz önce Montaigne, daha sonra Marxlar, Freudlar, Walter Benjaminler, daha sonra Alman aydınlanmasında Mendelssohnlar, Heineler, Luxemburglar, Mahlerler, Stefan Zweiglar, mesela bugüne gelindiğinde Lévi-Strausslar, Eric Hobsbawmlar, psikanaliz dünyasının neredeyse tümü, felsefe dünyasının büyük isimleri; Derridalar, Chomskylar, Judith Butlerler. Osmanlı topraklarında ise bir büyücü; Sabetay Sevi. Tabi ona inanlar varsa alınmasınlar, kimseyi hedeflemiyorum. Mesele bu değil çünkü. Batı dünyasının inşasında İspanya’dan çıkmış büyük bir zihinsel güç rol oynarken, mesela Sombart ve Marx ve Troçki’nin de dediği gibi, aynı güç büyük Sosyalist devriminin kültürel yapısını oluştururken, mesela Troçki, Luxemburg ve başkalarıyla. Dikkatimi çekti; niye burada yok? O zaman gördüm ki, Amerika’yı kuran, Amerika’ya giden Kolomb, gemisinde İspanya’dan kaçan birçok Yahudi’yi de götürdü. Spinozaları üreten, Chomskyleri üreten, Lévi-Straussları üreten, Derridaları üreten, Freud’u üreten güç burada siliniyor. Ve burada ne hazindir ki, Yahudi denilince akla sadece ticaret yapan esnaf geliyor.

 

Almanya’da Aufklarung yani büyük aydınlanma dönemi başladı. Moses Mendelssohnlar ile birlikte bir Yahudi aydınlanması dönemi başladı. Büyük Alman aydınlanması ile muhafazakarlarla ilericiler arasında Yahudi kimliğinde büyük yırtılmalar başlıyor. Aynı dönemde Osmanlıya bakıyorum hareket yok. Beni sorguya iten bu oldu. O zaman “insan kimdir?”i araştırmaya çalıştım.  Bana soruluyor, nasıl oluyor da bu kadar büyük bir uygarlığı ortaya çıkaran Batı’nın düşünce yapısında aynı zamanda çelişkili olarak bu kadar büyük hainlikler(!) var. Hayret vericidir ki; Osmanlı’da, Yahudi dünyasında bu türden açığı çıkmış düşünsel çelişkiler hiçbir zaman iyi görülmemiştir. Ama aynı şekilde Osmanlı dünyasına baktığımızda, tabi ki çok büyük sermaye emek çelişkisi var. Tabi ki çok büyük isyanlar var ama hiçbir zaman entelektüel, özgün bir Türk aydınlanmasını ortaya çıkaracak bir birikim yok. Bunun yanı sıra Aufklarung ve Haskala gibi özgün bir Türk Yahudi aydınlanması yok. Spinoza hiç yok. Spinoza’ya mektuplaştığı bir arkadaşı soruyor; “Üstat, Osmanlı topraklarında Sabetay Sevi mesih olarak geldiğini iddia ediyor, ne diyorsun?” Spinoza bu soruya cevap yazmıyor ve bir sene boyunca mektuplaşmayı kesiyor. Sebep, felsefe tarihçilerin üzerinde durması gereken bir konu. Keşke bizden de öyle felsefe tarihçileri çıksa onlar da merak etse. Ortaya koymak istediğim temel soru bu; Batı’da Spinoza, bizde ancak ve sadece Mesih olduğunu ileri süren bir büyücü.

Batı’da insan ruhunun gizemini çözmeye çalışan radikal rasyonel bir gelişmenin nedenleri nerede saklı. İnsan ruhunun radikal rasyonalist tarafından sorgulanması, Osmanlı’da yok, Osmanlı’nın Yahudi’sinde de neden yok. Ortaçağ’ın büyük bilgesi ve din adamı Maimonides kitaplarının uzun bir süre, İsrail’de bile son zamanlara kadar yayınlanması yasak. Din adamı Maimonides, Batı’da insanı ve Tanrıyı sorgulamaya başlıyor. Biraz evvel yaptığım insan tarifindeki gibi, kritik bir eşiğe geliyor. Orada karşısına Spinoza’nın tarifine yakın bir evren ve insan çıkmaya başlıyor. Maimonides orada duruyor ve bir adım ileriye atmıyor. Buna rağmen İsrail’de din okullarında kitaplarının bu kısmı okutulur, buradaki sorgulamaya giden yol anlatılmaz. Osmanlı’da böyle bir gelişme yok. Yahudi’sinde de yok. Yani Heretik, dinsiz, aykırı ve marjinal olmanın mutlu, çıldırtıcı verimliliği bu topraklarda yok. Yahudi için de, Osmanlı için de yasak. Batı aynı döneme, Yahudiliğe dönen, Yahudilikten ayrılan ve sonunda intihar eden Uriel de Costa ile başlıyor.  Bu toprakların Yahudi’sinde öyle bir hikaye yok. Heretizm yok. Heretizmin olmadığı, aşağılandığı, yok edildiği bir yerde entelektüel de yok.  Ama Uriel de Costa’nın takibinde Batı’da Marx var. “Musa sadece Mısır prensidir” dediği için Yahudi cemaatinden aforoz edilen Freud var. 1942’de kitabını yazıyor (Musa ve Tektanrıcılık). Freud’a diyorlar ki, “zamanı mıydı şimdi bunu yazmanın?” 1942 Holokost'un zirveye çıktığı tarih. Freud yazıyor; “Musa peygamber değildir, bir Mısır prensidir.”  Bunun benzeri Osmanlı Yahudi’sinde olabilir mi? Freud aynı zamanda Yahudi kültüründen esinlenerek psikanalizi anlatmaya başlıyor ama aynı zamanda da cemaatten dışlanıyor. Ama bilim biraz da heretizm değil midir? Sıradan olunarak, bilim yapılmaz.

300 sene sonra Levinas diyecek ki Spinoza için “senin heretizmin Yahudi’nin kimlik bunalımına yok açmıştır. Tarihsel olarak suçlu sensin.”  Benim dikkatimi çeken, Levinas gibi Yahudi bir filozofun, Spinoza gibi bir filozofa ağır saldırısı değil. Tabi ki dikkatimi çekiyor ama dikkatimi çeken, bu topraklarda ne Spinoza ne de Levinas var. Niye İspanya çıkışlı Yahudi, Batı’da Spinoza ve Levinas’ı üretirken, neden Osmanlı’da böyle bir gelişme yok. Yahudi asıllı ünlü komünist Isaac Deutscher der ki, “Yahudilik Yahudiliği aştığı zaman anlam kazanır.” Burada böyle bir şey söylemek yasak. Düşünce anarşizmi olmadan nasıl düşüneceksiniz. Eğer Ortadoksiyi aşma çabanız olmazsa nasıl düşüneceksiniz. Tarihsel süreçlere baktığımızda, ne bu toprakların Yahudi’sinin ne de bu toprakların Müslüman’ının Ortadoksiyi aşma çabaları olmamıştır. Tekil süreçlerden bahsetmiyoruz. Sabahattin Alilerin yok edildiği, Nazım Hikmet’in gönderildiği, Nobel kazanan bir tane edebiyatçısı ile bile barışık olmayan bir toplum burası. Bu sefer ne çıktı biliyor musun ortaya; modernleşmenin bir tane yüzü. Modernleşmenin birçok yüzü var çünkü. Batı’nın birçok yüzü olduğu gibi. Modernleşenin bir tanecik yüzüyle; modernleşme zenginleşme getiriyormuş.  Onun için, buranın insanı, Yahudi’si gibi zenginleşmeye ve zenginleşmenin ihtirasına kendini kaptırandır.  Tarihsel olarak da, bugün de böyle. Bir Spinoza çıkmadı ki şöyle uyarsın; “İnsanın kendi duygulanışlarını yönetme ve azaltmadaki güçsüzlüğüne kölelik diyorum.” Ama insan olan kimdir? İnsan olan makul olan mıdır? İnsan olan rasyonel olan mıdır, ki biz buna homo sapiens dedik. Eğer homo sapiens ise o zaman rasyonellik ilkesi doğru ama bu Batı’da bile eksik bir tanım. Kaldı ki Doğu’da rasyonaliteden hiç bahsedilmemiştir ama evrensel olarak insan ihtirasla doludur. Öyleyse insana anlamak, rasyonalitenin yanında ihtiraslarını anlamak ile mümkün olacaktır. Çünkü kompleks bir yaratıktır insan. İhtiraslarını görmeden de anlayamayız, görmezden gelerek de anlayamayız ama rasyonalite olmadan –Spinoza’nın dediği gibi- ihtirasları sınırlayamayız. İnsan ama ayı zamanda homo demenstir yani çılgınlık eşiğinde olandır insan. Hatta patolojik düzeyde çılgınlığı vardır insanın. Buna Yunanlılar hubris demişlerdir, yani ölçü tanımayandır insan aynı zamanda. İnsan olan bir yandan homo sapien bir yandan da homo demenstir. İkisine birden bakmak gerekecektir ama insan olan aynı zamanda üretendir; homo fabriciustur.

 

Aydınlanma, Batı’da ve Batı’daki büyük düşünürler tarafından, bütün bunların ve insanın bu şekilde ele alınması demek olacaktır. Freud ve diğer psikiyatrların çözümlemelerinde bu kaynaktan büyük bir bilgi birikimi aktarılacaktır. Yahudiliğin kökenlerindeki büyük analiz birikimi aktarılırken, merak ettiğim, niye bu topraklarda böyle bir gelişme olmamıştır. Bu topraklarda eski hikayelerin tekrarından başka bir şey olmamıştır ama diğer tarafta yani Müslüman kesimde de olmamıştır ki zaten. Böyle bir kuraklığın içinde, yani Benjaminsiz, Heinesiz, Mendelssohnsuz, Marxsız, Troçkisiz, Freudsuz, Butlersiz yaşam sevincini yok eden bir monolitik, tekdüze, renksiz, beyinsel cıvıltıdan mahrum ve anarşisiz, insanın gizi nasıl tanımlanacaktır. Freud’un notu vardır Spinoza’nın evinde, Einstein’ın da; “sen olmasaydın biz tabi ki olamazdık.”

 

Scott ve Amundsen’nin yani Güney Kutbu’nu keşfeden iki büyük kâşifin, yaptıkları temel iş; Dünyanın bilinmeyen son coğrafyasına yolculuğa çıkmış olmaları. Freud bundan daha zor bir yolculuğa çıkacaktır.  Yahudi heretiği Freud; yani bir zamanlar nefret edilen Freud. O zamanki psikiyatri ve psikanaliz çevresinin Yahudi odaklı merkezinde “şu bizim Yahudi işini gelin kendi aramızda mı halledeceğiz” deyip güldükleri, insanı çıkardıkları bilinmeyen labirentlere –yanlış veya doğru- böyle bir tutku. Scott, Amundsen, Freud’un sahip olduğu böyle bir tutku buranın Yahudi’sinde gelişmemiştir, Osmanlı’da da gelişmemiştir. Bir taraf Montaigne, Uriel de Costa, Spinoza, Mendelssohn, Lessing, Heine, Marx, Einstein, Luxemburg, Broch çizgisinde giderken,  burada hazin olarak Sabetay Sevi’de kalınmıştır. Böyle radikal bir heretizm, ki entelektüel anca orada olur, ki entelektüel ancak orayı başlatır. İktisadi nedenlere girmiyorum. Teknik kısırlıkla beraber bu topraklarda gelişmemiştir. Galiba kitabın temel konularından biri, dikkatimi çeken unsur bu olmuştur ve niye diye sormak istedim.

 

19. yüzyıldan 20. yüzyıla doğru uzanırken, modernleşme Batı’da sağlam temellerini atmış, o sırada Faşizm ve Sosyalizm, iki tane büyük hareket modernleşme rüzgârlarının çiçeklendirmeye çalıştığı bireyi yok ediyor. Faşizm ve komünizmi aynı yere koyduğumdan değil ama bireye bakışlarında en azından başlangıçta böyle bir ortaklık var. Osmanlı topraklarında modernleşme yok, daha sonra ithalen zorla geliyor. Birey de yok. Osmanlı topraklarında kul var. Osmanlı topraklarında ne modernleşmenin rüzgârları uğramıştır ne de Smithyen bir liberalizmin rüzgârları. Osmanlı topraklarında birey yok. Birey makbul bir şey değil zaten. Kulun olduğu yerde birey olamaz. Entelektüel olarak da olamaz, hukuksal olarak da olamaz. Tazminat gelmiş, zaten var olmayan bireyi sözüm ona ortaya koymak istemiş ama bu mümkün değil ve bu güne kadar da yok. Niye düşünsün istiyorsunuz ki olmayan birey. Olmayan birey çok güzel taklit yapar, başka birinin yaptığını yapar ve bu da yetiyor. Batı için de yeter bizim egemen gücümüz için de yeter. Bundan kolay ne var; insanın sömürülmesi ve yönetilmesi için. Özgür olduğunu zannettirerek özgürlük illüzyonunda köleleştirmenin tek yolu bu. Bizde de birey yok mu?; yok! Hangi bireyin iç dünyasını çözeceksiniz ki, iç dünya da yok, birey de yok! Olmayan iç dünyayı çözmek de yukarıdan inen buyruklarla halledilecek. Fazla ısrar ederseniz iç dünya hususunda, günah işlemiş olursunuz. Şeytan içinize girip sizi yönetiyordur o zaman, yakılırsınız.

***

Samuel Agnon’nun Nobel kazandığı Misafir adında ünlü bir kitabı vardır. Orada misafir olan bireyin ve toplumun psikolojisini inceler.  Agnon; “özgürlüğünüz için evinizin anahtarının size ait olması önemlidir” der. Polonya’daki Yahudi’nin anahtarının kendisine ait olmadığını kastetmek ister ama evrensel bir şey vardır aslında burada. Spinoza’ya geleceğim şimdi. Anahtarınız elinizde ise ve otelde değilseniz çünkü otelci elinize anahtarı geçici bir süre için verir. Eğer evin anahtarı sizde ise sembolik olarak, o zaman ev belli bir süre için size aittir. Fakat burada Agnon durur. Der ki; “ama biliyoruz, zaten anahtarın en büyüğü bize ait değildir.” Burada Spinoza’nın kontekstini düşünmemek mümkün değil. Özgürlüğün sınırları içinde, olabileceklerin sınırları içinde ancak özgürlük mümkündür yani evin anahtarının size ait olduğu süre içinde özgürlük var demektir.

Osmanlı topraklarında sermaye birikimi olamamıştır. Sermaye birikiminin olamaması ve iktisadi olarak gelişmemişliğimizin temel sebeplerinden biri de mülkünüzün size ait olamamasıdır. Padişah, sadrazamının mülküne istediği zaman el koyabilecektir. Böyle bir toplumda zihinsel özgürlük de mümkün olamayacaktır. Zihinsel özgürlük de iktisadi özgürlük dışında gelişemeyecektir.  Yahudi de kendi Freud’unu burada geliştiremeyecektir. Kendine ait olmayanın, zihinsel özgürlüğünün oluşması mümkün değildir. Servete el koyan entelekte de el koyabilecektir. Entelekt tehlikeli bir şeydir. Entelekt Osmanlı toplumunda çok tehlikeli bir şeydir. O sebeple bu toplumda sosyalizm konuşabilmiştir, kapitalizm, faşizm zaten konuşulabilmiştir ama anarşizm kimsenin sevdiği bir şey değildir. Halbuki anarşizm, kendi bütünlüğü olan, yüksek değerleri sahip düşünsel bir akımdır. Anarşizm olmadan entelektüalizm mümkün değildir ve bana öyle geliyor ki buranın Yahudi’si, Kristof Kolombların, Montaignelerin, Spinozaların, Uriel de Costaların, Troçkilerin, Marxların, Freudların tersine, Osmanlı’nın entelektüelini aşamamış olacaktır. Bireyin olmadığı yerde, bireyin büyük entelektüel olmasına gerek yoktur çünkü. Ne yapacak ki onu. Özgürleşme yasaktır. Dolaysıyla ihtiyaçlar skalasında özgürleşme yoktur. Bugün de ihtiyaçlar skalasında bir şey vardır; zenginlik. Ve o zenginliğin gösterilebilmesi; temaşa edilebilmesi. Öyleyse bir tane varlık biçimi vardır; var olmak için sahip olmak gerekir bugün. Sahip olmak temaşa ile gösteri ile bütünleşecektir. Zannediyorum bu bize bugün içinde yaşadığımız toplumun anahtarlarını verecektir.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün