“Bu hikâye, gerçeklere gözlerini kapatanların, aciz olanların, arkadaşlarını satanların ve vicdanlarını uyuşturanların, öncesinde oportünist olan ve sonradan faile dönüşen insanların hikâyesi” Rike Reiniger
Nazi Soykırımı edebiyatta, sinema ve tiyatroda defalarca ele alınmıştır. “Artık yetti” demeyin yetmez! Tekrar tekrar anımsatılmaz, unutulmaya başlarsa yeniden yaşanabilir.
Olay sadece Yahudi Soykırımıyla sınırlı değil. Naziler 6 milyon Yahudi’yi sistematik şekilde katletmiştir ama, toplama kamplarında 6 değil 12 milyon insan ölmüştü. Totaliter faşizm, muhaliflerini, komünistleri, ari Alman ırkına mensup olmayan çingeneleri, Alman olup da Almanlığı hak etmeyen eşcinselleri aynı vahşi biçemde soğukkanlılıkla yok etmişti.
Nazi vahşetinin ezip geçtiklerinden biri de, Muhammed Ali’den yıllar önce, ringde dans ederek rakiplerinin darbelerinden sıyrılan, boksör Johann ‘Rukelie’ Trollmann’dı.
1907 Hannover doğumlu Rukelie (Ruki), amatör olarak başladığı boksta 1933 Almanya Orta Sıklet Boks Şampiyonluğuna ulaşmıştı. Hitler’in Ari Alman ruhunun yansıması olarak gördüğü bu asil sporun şampiyonluğunu çingene kökenli birinin alması kabul edilebilir değildi. Bir hafta sonra tarzı “Alman boks stiline aykırı” gerekçesiyle unvanı geri alınır.
Ruki 1935’te Alman Olga Bilda’yla evlenir, kısa bir süre sonra kızları Rita doğar. Aynı yıl çıkan Nürnberg Irk Yasaları uyarınca saf Alman kanını kirlettiği için zorunlu kısırlaştırmaya tabi tutulan Ruki, Olga ve Rita’yı kurtarmak amacıyla karısını boşar. Birkaç yıl çalışma kampında hapsedildikten sonra 1939’da silah altına alınarak Belçika, Fransa ve Polonya’da Alman saflarında çarpışır. 1942’de yaralı olarak döndüğünde ‘ırksal sebepler’ yüzünden ordudan atılır.
Aynı yıl tutuklanarak bir toplama kampına gönderilir. Boksör olduğunu fark eden kamp komutanı, sıkletinin 30 kilo altına düşmüş olmasına karşın onu boks maçlarına çıkmaya zorlar. Bu karşılaşmalardan birinde yendiği ‘kapo’ Emil Cornelius, intikam amacıyla onu ölesiye çalıştırır, tamamen güçsüz kaldığını fark ettiğinde döverek öldürüp cesedini toplu mezara atar.
Cinayet ancak savaş bittiğinde kamptan sağ kurtulan bir görgü tanığının ifadesiyle ortaya çıkar. 2003’te Alman Boks Federasyonu Ruki’ye unvanını resmen iade eder, Hannover kenti bir caddesine Johann-Trollmann-Weg adını verir.
Bu çok uzun girişin amacı, İBBŞT’nin büyük başarıyla sahnelemekte olduğu ‘Çingene Boksör’ oyununun esin kaynağı hakkında bilgi vermekti. Eserleri çeşitli dillere çevrilen Alman yazar Rike Reiniger, 1944 yılında toplama kampında öldürülen Sinti-Alman boksör Trollmann’ın kızıyla yaptığı röportajın ardından ‘Zigeuner-Boxer / Çingene Boksör’ oyununu yazar.
Oyun Ruki'nin öyküsünü, kısmen kurmaca öğeler de katarak kurgusal karakter Hans üzerinden aktarır. Çocukken tanışan, birlikte büyüyen Sarışın Alman Hans ile Çingene Boksör Ruki güçlü bir arkadaşlık kurarlar. Irkçı zihniyetin giderek Ruki'ye yaşattıklarına yakından tanıklık eden Hans bunlara karşı çık(a)maz. İki dostun yolları ayrılır, yıllar sonra yeniden, toplama kampında karşılaşırlar. Ruki'nin boksör olduğunu anlayan Naziler onu Hans'la dövüşmeye zorlarlar. Bu dövüşlerden birinde, Ruki kendisine hakaret eden bir muhafızı yere devirir. Bunun üzerine…
Bundan sonrasını izleyiciye bırakıp yapımdan söz edelim.
Ercan Demirhan, başta Hans olmak üzere bütün karakterleri canlandırıyor.
Hacer Duran ile Cihan Aşar’ın minimal elemanlarla oluşturulmuş sahne tasarımı çok başarılı, tahta parçası üzerine tebeşirle “Arbeit macht frei” yazıp bunu fondaki dikenli telin üzerine oturtarak tüm mekânı toplama kampına çevirmek hem görsel hem mantıksal açıdan parlak bir fikir. Boş orta mekânda sadece ışık efektiyle bir boks ringi ya da dans pistini var etmek de öyle (Işık tasarını Mustafa Bilal).
Oyunu 5-6 yıl önce Burak Sergen’in parlak ve serinkanlı yorumundan izlediğimde, tüm bedeniyle boks da yapabilen, ‘çarliston’ da dans edebilen daha genç bir oyuncuyla bambaşka bir iş çıkabileceğini düşünmüştüm.
Cafer Alpsolay’ın yönettiği Çingene Boksör’de, başta Hans olmak üzere bütün karakterleri canlandıran Ercan Demirhan sesi, mimikleri, etkileyici beden diliyle, seyirciyle anında birebir interaktif iletişim kuruyor. Hikâye anlatıcılığıyla fiziksel tiyatroyu ustalıkla harmanlayan, boksu da dansı da yapabilen Demirhan’ın başarılı, inandırıcı, düşündürücü, müthiş etkileyici yorumu bir düşümün gerçekleşmesi olarak da beni heyecanlandırdı.
50 dakikaya koskoca bir trajediyi sığdıran, iyi sahnelenmiş, çok iyi oynanmış bir oyun. Mutlaka izlenmeli. 16, 17, 18 Kasım ve sezon boyunca Müze Gazhane Meydan Sahne’de.
***
Moda Sahnesi’nde absürt bir traji komik fars
‘Homecomings / Eve Dönüşler’
1978 doğumlu Fredrik Brattberg, çağdaş Norveç tiyatrosunun en önemli yazarları arasında yer alıyor. Oyunları yirmi dile çevrilmiş, dünyanın birçok kentinde sahnelenmiş
‘Eve Dönüşler’, öldü bildikleri oğulları Gustav’ın matemini tutmakta olan bir anne-baba (Nalan Kuruçim & Caner Cindoruk) ile başlar. Acılar içinde bir ailenin başına gelebilecek mutlu olay ne olabilir? Olsa olsa bir mucize! Bir gün kapı vurulur ve ikili Gustav’i (Alper Şimşek) sapasağlam karşılarında bulur. Tekrar oğullarına kavuşabilmek, çekilen acıları unutabilmek, eski huzur dolu yaşama dönebilmek inanılmaz bir mucizedir. Ta ki Gustav yeniden ölene dek. Yeniden acı çekilir, yeniden oğullarının matemi tutulur ama, üzüntüleriyle matemleri biraz farklıdır. Gustav bir süre sonra kapıyı yeniden çaldığında mutlulukları da öyle. Ölüm - dönüş - ölüm - dönüş döngüsü sürdükçe duygular ve heyecanlar değişime uğramaya, alışmışlık ve kanıksamışlık öne çıkmaya, acılar kızgınlığa, mutluluklar düş kırıklığına dönüşmeye başlar…
Trajedi gibi başlayıp absürt bir kara komediye dönüşen Eve Dönüşler müthiş hınzır ve sert bir burjuvazi eleştirisi. Ebeveynlik olgusunu, alışıldık konforlu burjuva yaşamı düşkünlüğünü, bireylerin bilinçaltı bencilliğini yerden yere vuruyor. Ölü-canlı, / yaşayan – yaşamasını bilmeyen kavramları ustalıkla tersyüz ediliyor. Öyle ki, asıl ölüler, acılı ya da mutlu, durmaksızın hep aynı rutini ritüel gibi tekrarlayan anne ve babadır. Gustav ise her öldüğünde daha fazla yaşamaya başlayan, her dirildiğinde daha da var olan tek canlıdır…
Brattberg hem oyun yazarı hem de klasik müzik eğitimi almış, korolar, operalar, oda ve orkestra müzikleri bestelemiş bir müzisyen. Müzik kompozisyonu prensipleri metinlerine de yansıyor. Eve Dönüşler’in döngüsel yapısında, temposunda, ritminde, diyalogların yoğunluğunda müzikal yapı hep duyumsanıyor. Ritme gelindiğinde, beden dili kimi zaman diyalogların önüne çıkıyor ve metin derdini sözcüklerden çok hareketlerle aktarıyor.
Moda Sahnesi’nin minimal eleman ile maksimum efekt yaratmakta usta sahne ve kostüm tasarımcısı Bengi Günay, bu kez burjuva ailenin evini Brattberg’in gerçeküstü öyküsünün gerçekçi bir ters yansıması olarak, tüm ayrıntılarıyla var ediyor.
Gerçeküstünün gerçekliği tersyüz edişinin her an saçmaya dönüşebileceği böylesine bir metni sahnelemek zor iş. Kemal Aydoğan oyunu absürtle anlamsızı ayıran sırat köprüsü gibi incecik bir çizgide büyük başarıyla yönetiyor. Gülümseyerek, giderek kahkahalarla izleyen seyirci bir yandan da yüzüne tutulan aynada, kendi bilinçaltını tokat yemişçesine fark ediyor.
Usta bir oyuncu yönetmeni olan Aydoğan, ekibinden harika bir performans elde ediyor. Nalan Kuruçim ile Caner Cindoruk muhteşem bir ikili. Kuruçim müthiş dozunda oyunculuğun yanında olayların anlatıcılığına da ustalıkla girip çıkıyor. Ne yaptıysa iyi yapan oyunculardan Caner Cindoruk benzersiz bir komedi oyuncusu olabileceğini de kanıtlıyor. Deneyimli ikilinin arasında yeni mezun genç oyuncu Alper Şimşek, oyun boyunca neredeyse ikisinden de rol çalarak Gustav’a olağanüstü bir yorum getiriyor. Adını önümüzdeki yıllarda çok duyacağımızdan eminim.
Tiyatrocularımızın genelde çekinerek yaklaştığı absürt tiyatronun çok saygın ve etkileyici bir örneği. Tüm iyi absürt yapımlar gibi son derece politik ve eleştirel. Çok iyi sahnelenmiş, çok da iyi oynanmış olması bir yana, pandemi sonrası genel beğeniye daha uygun oyunların yeğlendiği bir sezonda sahnelenmesi cesaret işi. Mevsimin kaçırılmaması gerekenlerinden.
26, 27, 28 Kasım ve sezon boyunca Moda Sahnesi’nde.