Kırık Şehir, Küt Oynayan Kadınlar´dan sonra yazar Raşel Meseri´nin ustalıkla kaleme aldığı, kalplere dokunan son romanı ´Meskûn Zaman´ okurla buluştu. 1960-70´li yıllar… Zamanın sonsuz döngüsünde, Karataş´a konumlanan iki can arkadaş Zimbul ve Makbule, bir vakitler yaşadıkları mahallelerinin ruhuna ve hafızasına sızarak anılarının izini sürüyorlar. Hiçbir şey eskisi gibi değildir… Yaşanan siyası iklim sonucunda kendini güvende hissetmeyen çok sayıda Yahudi gözleri arkada, İsrail´e göç etmiş, geriye ise perdelere asılı Ladino sözcükler, hüzünlü komşular, boş evler ve bolca gözyaşı kalmıştır.
‘Meskûn Zaman’ başlığını, romanı bitirdikten sonra daha iyi kavradım. Bu bağlamda, birçok insanın hatıra ve yaşanmışlıklarında mesken edindikleri bir zaman dilimi olduğunu düşünüyorum, bu konuda ne dersiniz?
Haklısınız; kişinin hayatında nasıl biri olarak şekilleneceğini, toplumsal duruşunu tayin eden, olumlu veya olumsuz birçok dönem oluyor. Bu dönemleri mesken edinip sık sık dönüyoruz oralara. Ömrümüzün dönemeçlerinde bu dönemleri tekrar tekrar gözden geçiriyoruz. Bir tür kişisel envanter gibi; fakat kişisel olanın ne kadar ‘kişisel’ olduğu sorusunu da getiriyor bu durum. Kişisel olan aynı zamanda toplumsaldır ve mesken edinilen yani yerleşilen zaman dilimleri içinde kişi tek başına yer almaz elbette, her zaman bir kalabalığın bir parçasıdır. Meskûn Zaman da, 60-70 yılları arasını mesken tutuyor, bu zaman dilimine yerleşerek Zimbul ve Makbule adında iki dostun, onların yaşadığı İzmir Karataş bölgesinin, azınlıkların, göçlerin ve kentin belleğini canlandırmaya çalışıyor.
Karataş mahallesinde doğmuş, yaşamış ve göç olgusundan payını almış biri olarak yaşadıklarınız kitabınıza ne kadar ilham oldu?
Kitabın epilog bölümünde “Bu romanı Karataş’ta gözlerimi açtığım andan beri yazıyorum” cümlesini koyarak aslen kendimin de anlattığı zaman diliminin bir sakini olduğumu açık etmek istedim. Fakat tabii ki anlattıklarım sadece benim yaşadıklarımdan mürekkep değil. Karataş’ta çocukluğunu geçirmiş biri olarak bu bölgenin, orada biriken deneyimlerin üzerimdeki izleri yadsınamaz olsa da kitabı yazma süreci aynı zamanda yoğun bir araştırma süreci de oldu benim için. Yaşadıklarım, hatırladıklarım (hatta belki yanlış veya eksik hatırladıklarım), okuduklarım, yakın ve uzak çevreden dinlediklerim ve kurguladıklarım birbirinin içine geçti. Bu yüzden de yine kitabın başında dediğim gibi: “Hikâyede yer alan kişilerin bazıları hayali olup gerçek isimlerle anılmakta, bazıları ise gerçek olup hayali isimlerle…” Zamanlar ve mekânlar arasında geçiş yapan bir kurguyla, kitabın mesken tuttuğu o zaman diliminden bugüne kalan (veya kalmayan) izleri takip etmeye ve anılardan yola çıksam da, o anıları bugüne dolayarak su yüzüne çıkarmaya çalıştım.
Kitabın başrolünde Zimbul ve Makbule’nin yanı sıra Karataş Mahallesi, Dario Moreno sokağındaki Tarihi Asansör, Beth İsrael Sinagogu ve diğer mahalleliler var… Dile gelseler, o yılların mahalle kültürünü nasıl anlatırlar?
Sanırım tam da bunu yapmaya çalıştım; kişiler kadar kent de bir karakter olarak beliriyor kitapta. Tarihi Asansör’ün ahşap kabinine çiziktirilmiş yazılar, Dario Moreno Sokağındaki rögar kapağı, yine aynı sokaktaki kafelerde bugün oturan ve örneğin geçim sıkıntısından bahseden insanlar, Beth İsrail Sinagogu’nun tabelası, çatısındaki tıkırtılar, martılar… Tüm bunlar kurmaya çalıştığım mikrokozmosa dair ipuçları veren karakterler gibi dile geliyor. Metin, zaman zaman ana karakterleri bırakıp yan karakterlerin dünyasına, mahalle sakinlerinin bilinç akışlarına girip çıkıyor. Hem bugünde geçiyor hem de zamanın lineer akışına inat 60’lı ve 70’li yılları mesken tutabiliyor hikâye. Geçmiş zaman ve bugünü iç içe geçerken, onların birlikteliğiyle geleceğe yönelik de iki çift laf etmeye çalışıyor.
Romanda akış boyunca, Zimbul ile Makbule’nin çok sık aralıklarla kahve içmeleri dikkatimi çekti, bundan ne anlamalıyız?
Birden fazla anlamı var herhalde. Öncelikle yaşsız denilebilecek iki çocuk/kadının bir araya gelmesinin harcı kahve. Bir tür leitmotif. Kahve içme, bir yetişkin eylemi iken, kahve hazırlanırken yaptıkları tartışma, kavga ve küskünlükler onları çocuk kılıyor. Yani karakterlerimiz bir yandan çocuk bir yandan da yetişkin ve kahve, mesken tutulan farklı yaş birimleri arasındaki geçişliliği sağlıyor. Ayrıca, bir kahvenin kırk yıllık hatırı vardır ya, kitap da kırk yılı aşkın bir süredeki hatıralarda dolaşıyor. Bir yandan da okuyucuya “Hadi bizimle kahve içmeye gelsene” diyor belki de. Peki, fala kim bakacak?
Göç gerçeğini son yıllarda bütün dünya iliklerine kadar yaşıyor. Azınlıklar, bu olguyla çok erken tanışmış bir kitle. Özellikle Yahudilerin malum nedenlerle gerçekleştirdikleri göç dalgaları sonrasında, şehirlerin çok kültürlü yapıları darbe alırken, yaşadıkları mahalleler ıssızlaştı, kalanlar eksildi, rayihalar buharlaştı. Bugün bir avuç kalan nüfuslarını göz önüne alırsak çok ta uzak olmayan bir gelecekte, tarih kitaplarına “Bir zamanlar…” başlığı altında anlatılmaya aday gözüküyorlar. Bu konuda öngörüleriniz var mı?
İnsanlık tarihini kitlesel göç hareketleri üzerinden okumak mümkün gerçekten de. Belki de hiçbir yer aslında kimseye ait değilse de, olmamalıysa da, tarih boyunca insanlar ve canlılar çeşitli nedenlerden göç etmek zorunda kalmışlar. Birileri kendilerini mekânların gerçek sahipleri ilan ederken, bazılarını da öteki olarak kodlamış. Göç, göç edenlerin hayat akışlarını kırar, parçalar, onları yaralar. Terk ettikleri yerlere dair belleklerini diri tutmak için büyük bir çaba sarf ederler. Bu topraklarda 15. yüzyıldan beri nüfus içerisinde hatırı sayılır bir yer tutmuş ve etkin olmuş Yahudilerin nüfusunun son 50-60 yıl içinde birkaç bine düşecek kadar azalması dikkate değer. Azınlıklara yönelik çeşitli baskı ve ayrımcılık mekanizmalarının karşısında, aslında çok da geçmiş olmayan bu geçmişin hatırlatılması ihtiyacını hissediyor insan. Meskûn Zaman’da göç temasının bu kadar yoğun bir şekilde yer alması ve sadece soyut bir konu olarak değil tüm gündelikliğiyle, göç anına sinen konuşmalar, kokular ve imgelerle yer alması da gidenlerin ve kalanların belleğini canlandırma çabasından kaynaklanıyor.
Kitabı, çocukluğundan beri çok yakınlarını göç yollarına yolcu etmiş birinin farkındalığıyla okudum. Sinematografik bir dille betimlenen, ki romanın tamamı öyle, ayrılık sahnelerinde dejavu yaşadım. Diğer yandan, Kavafis’in dediği gibi, bıraktıkları şehirler gidenlerin arkasından geldi. Hiçbir şey eskisi gibi olmasa da dönüp dolaşıp doğdukları topraklara geldiler ara ara… Ya da yeni ülkelerinde eski mahallelerinin duygusunu yaşatmaya çalıştılar… İnsanın dünyaya gözlerini açtığı yerle bu kopmaz bağları nerden kaynaklanıyor sizce?
Kader denilen olguya açıklık getirmeye çalışanlar, türlü çeşitli yorumlarda bulunur: kimi “kişiliğimiz kaderimizdir” der, kimi “coğrafya kaderdir”, kimi de “seçimlerimiz kaderimizdir”. Büyük ihtimalle hepsi bir yönüyle doğru veya hepsinin çeşitli bileşkeleri… Elbette kimse tabula rasa olarak doğmuyor. Doğduğumuz an, istesek de istemesek de bizden önce doğmuş olanların kültürel kodları ile açıyoruz gözlerimizi dünyaya. Her ne kadar kolay olmasa da bu kodların değişmez olmadığını fark edebiliyoruz. Zaman içinde onları sorgulamak gibi bir fırsatımız veya şansımız oluyor. Bazılarını da benimsiyoruz, korumak istiyoruz. Bu yüzden de ‘güçlü bağlar’, dediğiniz o özellikler, ait oldukları koordinatlardan uzak kalındığında büyük bir yoksunluk yaratıyor. Zorunlu kılınmış göçler sonucunda hafıza bir direniş mekânı haline geliyor. Türkiye’den İsrail’e gitmiş ‘turkanos’larda da bunu net bir şekilde görebiliriz. Meskûn Zaman da, kent ve hafızayı talan eden politikaların karşısında durma çabasının bir ürünü.
Meskûn Zaman’daki olayları, ruh kardeşleri Zimbul ile Makbule’nin rehberliğinde yaşarken, günümüzün de sorunları olan homofobiye, ayrımcılığa, kadına şiddete, havyan sevgisine vs değiniyorsunuz. Bu konularda vermek istediğiniz mesajlar var mı?
Makbule ile Zimbul’un yaşadıkları dönem olan 60-70’li yıllardaki toplumsal konular, dertler, deneyimler hem çok farklı hem de aslında değil. O yüzden kitap, hem onların çocukluğunun geçtiği dönemin belleğini haritalandırmaya çalışıyor hem de günümüzün toplumsal meselelerinin izini sürüyor. O dönemdeki şiddet ve ayrımcılık biçimleri ile bugünküleri yan yana koyuyor. Zamanın akışkanlığını, geçmiş ile bugünün kopmazlığını, mücadele etme gerekliliğinin kaçınılmazlığını hatırlatmak adına.
Ülkemizde azınlıkların nüfusunun dramatik bir şekilde azalmasıyla, özellikle belli bir kesim tarafından tanınmıyor ya da yabancı olarak kabul ediliyorlar. Bu bağlamda özellikle Yahudi Toplumu kendini, değerlerini ve kültürünü tanıtmak için çalışmalar yürütüyor. İzmir’de de AB destekli İzmir Yahudi Kültür Mirası Projesi, yine AB’nin katkı sunduğu Despertar İzmir Kültürlerarası Festivali gibi çalışmalar sürdürülüyor. Bu gibi projelerin faydaları hakkında fikriniz nedir, daha neler yapılmalıdır?
Bu çabalar gerçekten de kent belleğini diriltmek adına çok değerli. Mekânların yeniden canlandırılması, tarihe ilginin artması, resmî tarihin dışında bir tarih okumasına alan açılması, edebiyat, müzik, görsel sanatlar ve mimari alanlar üzerinden beklenmedik karşılaşma ve bilgi, deneyim aktarımlarının olabilmesi… Bu dönem gerçekten de birçok insanın bunların gerçekleşmesine kendi meşrebince katkı sunduğu bir dönem.