Demokrasi, Grekçe ‘demos’ ve ‘kratos’ sözcüklerinin birleşmesinden oluşan ve ‘halkın kendi kendini idaresi’ olarak öğretilir. Oysa demokrasi, otokritik, teolojik, diktatöryel cumhuriyet yönetimlerine alternatif bir rejimdir.
Nedir peki onu otokritik, teolojik, diktatöryel cumhuriyet rejimlerine alternatif kılan? Demokraside, sandıktan çıkmak, çoğunluğu ele geçirmek ‘azınlığı yok edebilme hakkı’ vermez. Kısacası demokrasi bir ‘biat’ rejimi değildir. İtiraz, protesto, ikaz, yanlış olanı söyleyebilme rejimidir.
Demokrasinin oluşumu gereği de bazı turnusoller vardır. O da farklı olana olan yasal güvencedir. Çoğunluk kendisini hem ‘iktidar gücüyle’ hem de çoğunluk gücüyle zaten savunabilme ve hayatta var edebilme şansına sahiptir. Ancak azınlık olan bu güce ancak ‘demokrasi’ ile sahiptir. Demokrasi yoksa tek sesli, tek görüşlü, ‘biat’ rejimine döner. Bu ister Cumhuriyet olsun ister krallık...
İşte bu turnusolün en iyi gözlemlendiği alanlardan biri de azınlık olana bakıştır. Vaktiyle Saruhan Doğan, Galatasaray Lisesinde okudukları sırada biraz da 12 Eylül Devrinin konjonktürüne kapılan bir tarih öğretmeninin Daron Acemoğlu’nun adını sorduğunu beğenmeyip “Senin adını Süleyman koydum” diye değiştirdiğini, yıllar sonra Acemoğlu ile ülke dışında buluştuklarında “Beni o gün birinizin savunmasını beklerdim” dediğini anlatmıştı. İşte demokrasi, “demokratik değer ve normlara inanıyorsa” kendinden olmayanın da evrensel haklarını en az kendininmişçesine sahip çıkmak ve savunmak demektir.
İnsanların dinleri, dinsizliği, mezhepleri, cinsiyeti ya da cinsel yönelimleri demokratik temayülü benimsemiş toplumlarda varlık sebepleri açısından bir olumsuzluk barındırmaz. Bir işe dahilse onun yetkinliği, yeterliği o iş için tek kriterdir.
Akademisyenler, yazarlar(!) kendini troller gibi açıkça nefret söylemine dahil edip bir insanın işindeki yetkinliğini, başarılarını değil onu ait olduğu dini, cinsel kimliği, milli benliği ile vurmaya çalışması bir utançtır ama bundan daha büyük utanç o insanlara “Konjonktür öyle” diye susup sessiz kalmaktır. Yıllar sonra sizin de karşına çıkıp “O gün biriminizin beni savunmasını beklerdim” demesini mi bekliyorsunuz.
Demokrasinin bir nişanesidir nefret söyleminden uzak durmak. Birini beğenmeyebiliriz, onun yeterliğini de eleştirebiliriz. Ancak nefret söylemi yapamayız. Bu suçtur. Bugün bir isme ‘muhalefeti yıpratma amacıyla’ yapılan ‘nefret söylemi’ aslında tüm Yahudi, Ermeni, Rum ve Müslüman olmayan ya da çoğunluğun inandığı şekilde inanmayan tüm toplum mensuplarını kapsamaktadır. Nefret söylemi bir toplumda yer edinirse toplum da çürür ve yozlaşır. Nefret söylemine top yekun verilecek tepki, demokrasi kültürünün yerleşmesi için atılmış perçinlerdir.
Bana her toplumsal olayı fıkralarla anlatmayı alışkanlık yapan değerli büyüğüm İsmail Cem beyefendinin anlattığı bir fıkra ile bitirmek isterim.
Biri Türk, biri Kürt ve biri Ermeni üç arkadaş erik çalmak için zengin bir Türk'ün bahçesine girerler. Bahçenin sahibi Türk gelir. Bunları bahçesinde görünce önce Ermeni’ye çatar: “Lan, hadi anladık bu ikisi Müslüman; sen Müslüman bile değilsin. Hangi hakla bahçeme girip erik çalarsın?” der; Ermeni’yi öldüresiye pataklar ve dışarı atar. Sonra sıra Kürt’e gelmiştir. Kürt’e de: “Lan, sen Türk bile değilsin; hangi hakla bahçeme girer ve erik çalarsın?” diyerek Kürdü de bir güzel döver. Sıra Türk olana gelmiştir. Ona da: “Sen ne biçim Türk’sün, nasıl bir Ermeni ve bir Kürt ile bir olup bahçeme erik çalmaya gelirsin?” der ve onu da iyice patakladıktan sonra bahçeden atar. Ardından bu üç arkadaş: “Nasıl olur da biz üç kişi olduğumuz halde bu adamdan dayak yeriz, diye aralarında tartışmaya başlarlar. Dayaktan bitap düşmüş üç arkadaştan Türk, Kürt'e döner ve “Biz en başta Ermeni’yi dövdürmeyecektik” der.
Meselenin özü bu işte; en başta “Ermeni’yi dövdürmeyecektik!” Faşizm, toplumları bölerek yok etmeyi alışkanlık etmiştir. Sonra bir bakmışsın seni savunacak kimse kalmamış.