Onlarla önce Artweeks´te OneArc Galeri´nin salonunda karşılaştım. Gözalıcı bronzlar. Bir taraftan güzellikleriyle dikkatleri üzerinize çekiyor, öte yandan korkutucu bir haşmetle uzak durmanızı salık veriyor. Onlar, Sera Boeno´nun kadın olma meselesi üzerinde düşünerek yarattığı anıtsal işlerinin bir bölümü. Geçmiş yüzyılların kadın bedenini bastırma aletleri ama aynı zamanda ´kink´ tabir edilen topluluklarda özgürleştirici kabul edilen zevk objeleri. İncelikle işlenmiş ağız tıkaçları, dil bastırıcı maskeler, beden sınırlayıcıları, bedeni saran aletler… Garip bir heyecanla bakakaldım. İçimdeki deli yanım alıp denemek istiyor, aklıselim yanım sakin ol, tehlikeli sular bunlar diyor. En iyisi sanatçı ile tanışıp eserini onun dilinden dinlemek.
“Tam da bu yüzden, işin çok net bir cevap vermesindense soru sorması benim için daha çekici” diye açıklıyor Sera Boeno. “O yüzden hafif şaibesi olan formaları seçmeyi seviyorum. Güzel ama aynı zamanda vahşi! Değerli gözüken ama belki de değerli olmayan ya da bir yandan çok baskıcı bir yandan da çok özgürleştirici bir tarihle bağdaşan çeşitli objeler.”
Sera Boeno, biyoloji ve sanat tarihi okumak üzere Amerika’ya gittiğinde yolunu tam da çizmiş olmuyor. Öncelikle tarih çalışması yapmanın yanı sıra içinde üretmeye dair ateş alev alınca, alanını değiştiriyor. Bu arada biyolojiden de sinirbilime kayıyor. Gerek Amerika’da çok gündemde olan kimlik meseleleri yüzünden, gerek kendi ilgi alanından dolayı benlik nedir, nerededir, biz kimiz gibi sorularla uğraşıyor. Bir de tabii bulunduğu ortamda kendini tanıtması gerekiyor, Türkiye’de kadın olma halleri üzerine düşünüyor. Sanat tarihi çalışmalarında, Atina Agorasındaki Erechtheion binasında da gördüğümüz çatıyı taşıyan karyatitler dikkatini çekiyor. Onlar, yapılara son derece estetik bir görünüm sağlarken gözümüzün önünde bütün yapıyı taşıyan kadınlar. Bütün işi onlar yapıyor ama genel olarak gören göz, işin zorluğuna kör. Sütunları sadece estetik birer obje olarak görüyor. Bulunduğu şehirde akademisyen olarak çalışırken üretmeye de devam ediyor Sera Boeno. Kadınlar için açılmış bir sanat tasarım okulunda lisans ve yüksek lisans dersleri veriyor, aynı zamanda üretiyor ve kadınlarla çalışıyor. Daha doğrusu kendini ‘erkek’ olarak tanımlayan kimsenin alınmadığı bir okul burası. Böyle bir ortamda bir yandan da göçmen olması nedeniyle kendine ait bir alanda üretmesi bekleniyor. Bu, kolaylaştırıcı olabileceği kadar yorucu ve bıktırıcı bir durum da. Betonla, kille, bronzla çalışıyor. Kimlikler üzerine çalıştığı için üretiminde kullandığı malzemenin kimliği de üzerinde düşündüğü konuların arasında. “Beton ilginç bir malzeme: kimlik olarak çok eril olabilen bir materyal. Yapıyla, fonksiyonellikle alakalı. Çirkin gözüken ve her yerde çok olan, hep yukarıya doğru üretilmek isteyen, büyüklükle ilgili bir malzeme. Son işlerimde, bu betonu nasıl yumuşatabileceğimin, kimliğini nasıl karmaşıklaştırabileceğimin üstüne düşünüyorum.”
Arada, medyada kadının nasıl temsil edildiğini merak ediyor. Medyayı tarıyor ve kadın üzerine yazılmış cümleleri topluyor. Bir taraftan, antik çağları anımsatan beton/fiberglas anıtlar inşa ediyor. Kadınlara ve kadın olma hallerine dair topladığı ifadelerle bezenmiş, bir yanıyla zarif öte yandan dayanıklı ve kalıcı anıtlar. Bu büyük işlerin yanına daha küçük işler de eklemek istiyor. Yukarıda sözünü ettiğimiz aletler oluşuyor. Derken altı kişilik bir kadın ekiple estetik, bedenin kısıtlanması, benlikler, kimlikler, göz ardı edilen işler üzerine ‘Karyatit Performans’ı yaratıyorlar. Altı yıllık bir çalışma/araştırma süresinin sonunda oluşan eserler ve performans, Amerika’da sergileniyor. Kadınlar estetik, danslar hoş. Ancak olay yavaş yavaş çirkinleşmeye başlıyor. Bir anlamda izleyici, performansçıyı tüketiyor. Kısıtlayıcı aletler yüzünden ağızlardan salyalar akmaya başlıyor. Az önce estetik duruşlarına hayran bir şekilde performansçıların gözünün içine bakan izleyiciler şaşkın, izleyiciler tedirgin. İzleyiciler, sanatçılardan uzaklaşabildiklerince uzaklaşıyorlar. Duvara yapışırcasına, becerebilseler duvardan geçip mekânı terk edercesine…
On yıldır yaşadığı ve ürettiği şehirde atölyesi, üreticileri, dostları ile kendi networkunu kurmuşken patlayan pandemi Sera’yı yine kendiyle yüzleştiriyor: “Amerika’da kalmak istiyor muyum? Aile kurmak, yaşlanmak istediğim yer burası mı?”
Yaratıcılığın ve icat etmeye cüret edebilme yetisinin körelmediği çocuklar yetiştirmeliyiz
Ve Sera İstanbul’a dönüyor. Burada bir lisede çocukları görsel sanatlara daha fazla entegre etmenin yollarını araştırdıkları, daha deneysel, daha ilerici bir sanat programını oluşturmakla görevli. Yolunu sanat üzerinden çizen gençlerden sonra, belki de metazori olan sanat derslerine giren çocuklarla çalışmanın yarattığı farkı merak ediyorum.
“Belki burada çocuklar mecburiyetten yapıyorlar ama senin gibi ilerici eğitmenler sayesinde bu işten keyif almayı da öğreniyor olabilirler. Çünkü biz yaratıcılığı öldürüyoruz. Okullarımız ezberci ve çocukları kalıplara sığdırmaya çalıştığımız bir sistem üzerine kurgulanmış.”
“O nedenle buradaki işim benim için önemli çünkü biz ilkokul, hatta anaokulundan itibaren çocuklarla çalışabileceğimiz bir plan düzenliyoruz. Aslında yaratıcılığın ve icat etmeye cüret edebilme yetisinin köreldiği nokta çok daha erken. Öğrenciler, liseye geldiğinde neyin sergilenebilir olduğunu, neyin güzel, neyin kötü bir iş olduğunu çok net anlamış oluyorlar ne yazık ki ve bu nedenle de yeni bir şey yapmaya cüret etmiyorlar! Biz çok daha erken yaştan öğrencilere kendi biricik yaratıcılıklarında güvende olmayı öğretebilirsek inanılmaz yenilikçi bir demografi ortaya çıkacaktır. Resim, seramik, animasyon, stop motion derslerimiz var. Çocuklar bilgisayarı kullanıyorlar ama fiziksel stop motion derslerinde üç boyutlu objelerle çalışıp onları hareket ettirerek fotoğraf bazında işler de oluşturuyorlar. Çok erken yaşta yapıyorlar bunları. Çizgi filmi yapanlar altı yaş anaokulu, stop motion 3. sınıflarda. Bu süreçte iterasyon yani tekrarlamayı ve sürekliliği öğreniyorlar. Hazırladığımız sanat programında amacımız sadece sanat anlamında ev nasıl yapılır ya da güzel bir insan yapalım gibi kazanımlar değil. Onlar, sanat stüdyosunda hayatın çok daha derinlerinde, kendileri için önemli olacak edinimler kazanıyorlar. Sanat dersi de bence bu yüzden zaten biricik ve özel bir yer.”
“O kadar yönergeye alıştırıyoruz ki çocukları. Bir de sosyal medya durumu da var. Zevk ve üreticilik çok homojenize olmuş durumda. O yüzden icat etmeye cüret eden çocuklar, bunu çok erken yaşta köreltmediğimiz, sanat sınıfında oyun oynamanın özgür bir şey olduğunu, birbirleriyle karşılaştırılmadan, işlerini istedikleri gibi yapabilen çocuklar oluyor genelde. Ve bu çocuklar da büyüyünce toplumu ileriye taşıyan insanlar oluyor.”