Naziler I. Dünya Savaşı’nda kırılan Alman gururunu onarmak, 20’lerde yaşanan hiper enflasyona çare olmak propagandasıyla iktidara yürüdü. “Almanların başına ne kötülük geliyorsa sebebi Yahudilerdir” iddiasıyla kitlelerle bağ kurdular. Yaşananların tarihi, sosyolojik, iktisadi sebeplerini çözümlemek, gerçek problemlere inmek yerine kitlelere basit, öfke uyandırıcı, somut bir düşman hedefi sunarak popülist bir siyasetin temsilcisi oldular. Goebbels bu ucuz, demagojik, şüphesiz aynı zamanda utanmaz propagandanın mimarlığını yaptı. Kitlelerin muhakemesi, meşruluk yargıları adım adım dönüştürüldü. Kendilerince ‘zararlı’ ve ‘düşmanca’ gördükleri tüm kişilere ve eserlere savaş açtılar, kitapları meydanlarda “kötü bir geçmişi temizlemek ve yeni bir gelecek kurmak” iddiasıyla yaktılar, kitleleri bir orji havası içinde eylemlerine ortak ettiler.
Nazilik gibi çelişkilerle dolu, hiçbir derinliği olmayan, düşmanlıklar üzerine kurulu, savaşı ve kanı yücelten bir ideolojinin, uzun bir düşünce geleneğine sahip, gelişmiş bir toplum olan Almanya’da niçin karşılık bulduğu hususu, her şey olup bittikten sonra çokça masaya yatırılmış, çeşitli tezler ileri sürülmüştür. Adeta ‘olmayacak bir iş olmuş’, ‘medeni bir dünya’ savaşçı, kan dökücü, vahşi bir siyasetin payandası haline gelmiş ise bunun anlaşılması elbette zorunludur. Daha ötesi, seçkin niteliklere sahip toplumların bile bu tür ideolojilerin coşku dolu destekçisi haline gelebileceği ihtimali korkutucudur, meşum bir geleceğin habercisidir ve nedenleri anlamak en azından ‘tedbir almak’ isteyenlere bir yol haritası sunması bakımından kıymetlidir.
İslamofobi, yabancı düşmanlığı yükseliyor. Üstelik demokratik siyaseti bu dinamiklerden pay almaya iten toplumsal ve iktisadi sebepler önümüzdeki dönemde de varlığını güçlendiriyor.
1933’ten 1945’e…
Nazilerin 1933’te iktidara gelmelerinden 1945’e kadar neler yaşandığını kısaca hatırlayalım: Önce meydanlarda kitaplar yakılmış, ardından Yahudilerin ev ve iş yerleri işaretlenerek buralardan alışveriş yapılması yasaklanmıştı. Peşinden ırk yasası çıkartılarak Yahudi ve melez olanlar kategorik olarak dışlanmış, adım adım hayat bu insanlar için zorlaştırılmış, evleri, işyerleri kitlesel saldırılarla tahrip edilmiş, insanlar aşağılanmış, mallarını ucuza satarak gitmeleri önce teşvik edilmiş, sonra engellenerek gettolarda ‘mahpusluğa’ tabi tutulmuşlardı. Evlerinden ocaklarından sürülen Yahudiler insanlık dışı şartlarda yokluk yoksulluk içinde bu gettolarda yaşamaya zorlanırken süreçlerin şahidi olan insanlar yok mudur? Elbette vardır ve ne yazık ki onlar da tabir caizse bu eğilimin parçası haline gelmişler, kimisi “bir tekme de kendisi atarken” en iyi ihtimalle kimisi sessizce kendi içindeki esasen anlamı sorgulanır bir merhamet duygusuna sarınmışlardır. Savaş başladıktan sonra Yahudiler hiç yiyecek içecek verilmeden günler süren tren yolculuklarıyla toplama kamplarına götürülmüş ve burada sistematik bir şekilde gazla öldürülerek krematoryumlarda yakılmışlardı. Savaş bittiğinde arkasındaki insani trajedinin gün yüzüne çıkması bile kolay olmamış, savaş sonu galiplerin kendi aralarındaki çelişkiler ve burada eski Nazilere bir rol atfetme beklentisi, diğer yandan ise tarihi kolektif bilinçteki hasımlık duyguları vahşetin ancak bir kısmının açığa kavuşmasına neden olmuştu. O günden bu güne neler yaşandığına dair anlatılar kamuoyuyla buluşmaya devam etmiştir, ancak takdir edilmelidir ki olaylar tarihin sisleri içinde kayboldukça insani empati duygusu güç kaybetmiş, II. Dünya Savaşına dair başka tür gündemler arasında bir ölçüde ‘sıradan bir olay’ derecesine gerilemiştir.
Avrupa ve yabancı düşmanlığı
Bütün bunları niçin anlatıyorum? Bir süredir Avrupa merkezli olmak üzere hayli geniş bir coğrafyada yabancı düşmanlığı yaygınlaşıyor, İslam öteki olarak damgalanıyor, göçmen, mülteci tartışmaları siyasetin ana gündemine yerleşirken, popülist siyasetler ve demagoglar siyasi elitler arasında hızla yükseliyor. Küresel ölçekte yaşanan ekonomik sıkıntılar, kovit, kuraklık, iklim değişikliği süreçlerinin tahkim ettiği sistematik zorluklar, her ülkede ortak ekmeği paylaşmada tartışmalara, sofradan ilk kimin kovulması gerektiğine yönelik talep ve beklentilere yol açıyor. Elbette böyle zamanlarda sofradan ilk kaldırılacaklar ‘yabancılar’ oluyor, bunu gerekçelendirmek ise popülist demagoglara düşüyor. Demokratik siyaset ise, kitlelerle bağ kurarak iktidar gücünü elde etme hassasiyeti nedeniyle ya sessiz kalmayı ya da bu kirli dilin güç kazanmaya başladığını görürse bu güçten pay almayı tercih ediyor. Hakkını yemeyelim, Avrupa değerleri istikametinde tavır sergileyen, yabancı düşmanlığını reddeden, İslamofobiye karşı açıktan tavır alan kıymetli siyasiler ve onların temsilciliğini üstlendiği politik ve toplumsal çevreler de var. Ancak bunların sesinin, gücünün süreç içinde azaldığına, yabancı düşmanlığını teşvik eden gerekçelerle Avrupa değerleri arasında özdeşlik kurma eğiliminin gitgide daha fazla taraftar topladığına şahit oluyoruz. Böylelikle sureti haktan görünmek, sanki Avrupa değerleri hala muhafaza ediliyormuş gibi yapmak mümkün hale gelmektedir.
İşte tarihin önemli bir anında demokratik siyasetin ulaştığı bu belirsizlik, yabancı düşmanlığına evrilme, Avrupa değerleri ile düşmanlığın gerekçeleri arasında bağ kurma halinin bir örneği olarak İsveç’teki Kuran yakma utanmazlığını belirtmek istiyorum. Irkçı ve yabancı düşmanı bir Danimarkalı siyasetçi İsveç’te Türk Büyükelçiliği önünde Kuran yakmak istediğini söylüyor, İsveç makamları da bunu ‘düşünce özgürlüğü’ bağlamında gördüklerini ifade ile eyleme izin veriyorlar. Sonuçta düşünce özgürlüğü ile hiçbir ideolojik bağı olmayan bu kirli siyasetin temsilcisi eylemini polis korumaları altında gerçekleştiriyor.
Başka insanların inançlarına karşı bu düşmanca ve tahrik edici eylemin düşünce özgürlüğü bağlamında sayılamayacağını görmek için bir parça vicdan ve insanlığın tarihsel tecrübesine bir parça akrabalık kâfidir. Eylemi yapan kişi bir düşünce ortaya koymuyor, saygılı bir eleştiri dile getirmiyor, inanç sahibi insanları yaralayan, onları aşağılayan açık ve aleni bir gösteri yapıyor. Onun, eyleminin, düşünce ve inanç özgürlüğü ve Avrupa değerleri bağlamında anlamının ne olduğuna yönelik en ufak bir kaygısı, bir endişesi, buraya tekabül ediyor mu şeklinde bir tezi var mıdır? Bu kişinin temsilcisi olduğu siyaset, tıpkı Nazilik gibi, yabancı düşmanlığı merkezli popülist ve demagojik bir dile yaslanan, kitleleri ‘ekmek kaygısı’ üzerinden göçmen düşmanlığı için kışkırtan, başkaca hiçbir gündeme ve değere sahip olmayan özelliklere sahiptir. Bunu, o eyleme ‘düşünce özgürlüğü’ kisvesine giydirmeye çalışan İsveç makamları takdir edememekte midir? Hayır, onlar da kimin neyi niçin yaptığını gayet iyi bilmekte, ancak bu ahlaksız eyleme meşruiyet tanımak için en hafifinden ‘ayıplama’ ile karşılayacağımız şekilde Avrupa değerlerine referans vermektedirler. Her şeyi geçtim, ‘kitap yakma’nın Nazilikle, az gelişmişlikle açık ilişkisi ortadayken kim bu eylemi Avrupa değerlerinin bir gereği olarak sayabilir?
Maalesef ortadaki vahamet, tıpkı Nazilikte olduğu gibi, benzeri siyasetlerin yükseldiği bugünkü dünyamızda, aklı başında, Avrupa değerlerine sahip çıkması gerekenlerin üç maymunu oynamaları, trajik gelişmelere kapı aralayan bir rolü kabulde herhangi bir beis görmemeleridir.
İlginç bir husus, benzeri şekilde ‘Tevrat’ın yakılması’ eylemine, İsrail Devleti’nin çabaları neticesinde İsveç yetkililerinin mani oldukları haberleridir. İsrail Dışişleri Bakanlığı’nın açıklamalarıyla bu durum anlaşıldı ve İsveç makamlarının Kuran’ın yakılmasına verdikleri iznin, gerekçesi (ya da bahanesi) olan ‘düşünce özgürlüğü’yle aslında hiçbir ilgisinin bulunmadığı açığa çıkmış oldu. İsveç’in Tevrat’ın yakılması talebini reddetmesi ve eyleme mani olması için esasen İsrail Devleti’nin harekete geçmesine bile gerek yoktu, açık bir tavırla bu tür düşmanca eylemlere karşı ön alacak şekilde talebi reddetmeleri gerekirdi.
Problem şu: Adım adım İslamofobi, yabancı düşmanlığı yükseliyor. Üstelik demokratik siyaseti bu dinamiklerden pay almaya iten toplumsal ve iktisadi sebepler önümüzdeki dönemde de varlığını güçlendiriyor. İklim değişikliği ile küresel ölçekteki dramatik gelir dağılımı farklılığı insan hareketliğini daha etkili bir boyuta getirecek. Avrupa değerlerine sahip çıkması gereken, insanlık diye bir derdi olan ana akım siyasetler şimdi bir yol ayrımında: Yabancı düşmanlığına teslim olarak onlar da ucu dünya için tehlikeli gelişmelere gebe bir mecraya mı sürüklenecekler, yoksa bulundukları yerde kararlılıkla sabit bir şekilde mi duracaklar? Hannah Arendt’in dediği gibi ‘kötülük sıradan’ bir kategoriye yerleştirilerek olağan ve gündelik hayatın bildik şekilde kabul edilen bir dinamiği mi olacak, yoksa soylu siyasetin o mihmandarlık gerektiren rolü gereği kötülükle en az onun örgütlü çevreleri kadar bir kararlılıkla mücadele mi edilecek? II.Dünya Savaşı’nın ardından Karl Jaspers, 1946’ta yayınladığı ‘Suçluluk Sorunu’nda Holokost’un faili kim, kim suçlu, sorusuna dört başlıkta cevap verir: Cezai suç, siyasi suç, ahlaki suç ve nihayet metafizik suç. Haklı olarak Jaspers’e göre, insanlık suçunu doğrudan işleyenler, destek olanlar, siyaseten göz yumanlar, yaşananlara kör ve sağır kalanlar, nihayet genel insanlık bağlamında sorumluluk duyanlar bu suçtan pay almaktadırlar.
Bugün yaşananların yarın neler doğurabileceğine ilişkin akılcı bir perspektif kurmaya çalışanlar, dönüp Nazilerin dönemine, orada yaşananlara, insanlık suçunun adım adım, kimlerin ne tür gayret, destek, sessizlik, kenara çekilme ile yaşandığına dair bu tarihi örneği yeniden ve yeniden ele almalıdırlar. Aradan bunca yıl geçmiş olmasına rağmen Holokost’a dair her satır, her kelime vicdan sahibi her insanı, insan olmaktan kaynaklanan bir aidiyet duygusu üzerinden vahşetin bir parçası, gecikmiş bir sorumluluktan payına düşeni alması gereken ortağı olarak hissettirir ve ontolojik bir bunalıma sürüklerken, bugün benzeri bir sürece doğru dünya hızla savrulurken kimi siyasilerin tuzlarının bu kadar kuru olmasına sadece pes diyorum, evet pes!