Depremin ardından Hatay´a giden yazarımız Bahar Feyzan, kurtarma faaliyetlerini, zorlu koşulları ve bölgedeki önemli sorunları aktardı.
Bahar Feyzan/Hatay
Depreme Erzurum’da yakalandım. Sabaha karşı, kaldığım otelden gelen çıtırtı seslerinin arkasından sallanmaya başladık. Uzun sürdü. Bir buçuk dakikalık geçmek bilmeyen sallantı şiddetli değildi ama korkutucuydu.
Depremden beş dakika sonra Twitter’a baktığımda fark ettim. Bir yerler feci halde çökmüştü. Belki de göçük altında yazılan bazı tweetlere denk geldim. Çünkü “çöktük, yıkıldık, çok kötü sallandık” diyerek çoğu kişi bulunduğu şehirden feryat ediyordu.
Bir süre sonra detaylar gelmeye başladıkça tablo ortaya çıktı. Çok büyük bir deprem olduğunun farkındaydım. İstanbul’a döndükten iki gün sonra Adana’ya uçtum. Uçak biletini çok zor buldum. Off-road grubundan tanıdığım bazı arkadaşlarım Antakya’ya ulaşmıştı; onları aradım. Yanlarına gelebileceğimi söylediklerinde atlayıp gittim. Vakit kaybetmeden Adana’dan yola koyuldum.
Bindiğim araçla Antakya’ya ulaşmam beş saatten fazla sürdü. İskenderun’dan geçerken limandaki yangın hala devam ediyordu. Ancak otoyoldan bakınca belli bir bölgenin yıkıldığı, İskenderun’un büyük bir bölümünün ayakta olduğu görünüyordu.
İskenderun’a girmemle trafik kaosa döndü. Araçların düzensizliği, ambulanslar, itfaiye, yardım tırları hepsi tek bir yola abanmış Antakya’ya girmeye çalışıyordu.
Belen’e vardığımda ise saatler sonra nihayet gönüllü arkadaşımla buluşabildim. Telefon çekmiyordu ve internet o kadar kötüydü ki bir an buluşamayacağımızı bile düşündüm.
İlk tuvalet ihtiyacımı Belen’de bir benzinlikte gidermek istedim. Fakat o tuvaleti gören hiç kimse hayatında bir daha tuvalete gitmek istemez. O yüzden geri çıktım. Yüzüme çarpan ikinci gerçeklik ise Belen’de devrilen binalardı. Antakya’ya yaklaştıkça yıkımın derecesi artıyordu. Gerçekliğin diğer bir yüzü de Antakya’yı toz dumana katmıştı. Enkaz yığınları arasından yükselen toz bulutları yüzünden nefes almak zorlaşıyordu.
Henüz trafikteyken büyük artçılardan birini yaşadık, neye uğradığımı şaşırdım. Sanki on araç aynı anda senkronize bir şekilde geri vites yapmışız gibi asfaltta geriye yaylandık. Artçısının bile bu kadar sert olduğu depremin aslını o an daha iyi kavradım. Felakete adım adım yaklaşmak gibiydi Antakya’ya ilerlemek.
Yolda hava karardıkça sağda solda yanan ateşler, karanlıkta kalan bölgelerle, savaşa geldiğimi düşündüm. Hatay’ı daha önce çok iyi bildiğimden gördüğüm her şey gerçek olamayacak kadar feciydi ama bir o kadar da gerçekti.
Hava kararmak üzereyken Antakya’ya vardım. İlk durak Hatay Stadyumuydu. Kızılay’ın yardımları iç kısımda, gönüllülerin yardımları dışarıda toplanıyordu. Tırların biri geliyor, diğeri gidiyordu. Fakat ne Kızılay ne de AFAD tarafında yardım koordinasyonları düzenliydi. Gönüllüler kendilerince inisiyatif aldığı için en azından onların yardımları daha amaçlı ve muntazamdı. Her gelen tırı almayıp dağıtacakları bölge ve ihtiyaçlara göre bir sistem kurduklarını gördüm. Özellikle AFAD gönüllüleri ve başka gönüllüler bu konuda kesinlikle kendi koordinasyonlarına hakimdi. Sonra Kızılay’dan biri onlara sistemini sordu. Devlet, bölgede çekmeyen telefon şebekeleri gibiydi. Bir an sinyal alıp asla konuşamıyordun.
Stadyumun arka tarafına AFAD çadırları kurulmuştu. Ayrıca geceleri neredeyse her 20 metrede bir ateşler yakılmıştı. Bildiğiniz ateş. Özel bir durum yok. Zaten ne kadar kalın giyinirseniz giyinin ateşin etrafında olmadan dışarıda durabilme şansınız yok.
Ben termal ve kalın kayak içliklerimi, montumu giymeme rağmen dondum. Daha ne giyilebilirdi üşümemek için bilmiyorum.
Stadyumdan sonra Antakya’nın merkezine gittik. Farklı yardım ekipleri belli köşelere konuşlanmıştı; kimi ekipler soluklanırken kimileri de enkaz başındaydı. Atatürk Parkının etrafı boyunca yanan ateşler onca kalabalığı soğuktan korumasa da en azından zifiri karanlığa bir çare gibiydi. Elektrik verilmediğinden ve nedense bölgesel olarak bile aydınlatma yapılmadığından geceleri enkazdan canlı birilerine ulaşmak daha zordur. Zifiri karanlığı düşünün; ona eşlik eden el fenerlerinin dışında bir de cep telefonlarının ışıkları var.
Yardım ekipleri en ufak bir sese bile kulak verip arama kurtarma çalışmalarını sürdürüyor. Sahadakilerin çoğu gönüllü ekipler. Yerli, yabancı karışık gruplar sürekli enkaz başında. Bizzat şahidim o gönüllü insanların özverili çabaları ve özellikle ısrarları sayesinde çok fazla insan enkaz altından kurtuldu. Gönüllü ekiplerden birinin inadı enkazdan gencecik birini sağ olarak çıkardı. Diğeri bacağını oracıkta kaybetmiş, mecburen bacağı kesilerek çıkarıldı. Küçük bir kız çocuğunun ise son ana kadar yaşadığı zannedildi ama cansız bedeni gönüllülerden birinin kucağındayken herkesin yüzü soldu. Babası feryatlar içindeyken annesi kaybettiği evladına bakamıyordu bile. Şoka girmişti.
Acının kaynağına düşmüş gibi ya çok sessizdi etraf ya da çok gürültülüydü. Feryat edenler, ağlayanlar ve yanı sıra yine aynı kabus soru, enkaz aralarından yankılanıyordu “Sesimi duyan var mı?” Sonrası uzun bir sessizlik…
Devletin nedense vazgeçtiği hatta kendi binalarının da enkaz altında kaldığı Antakya’da müthiş bir sivil mücadele ve dayanışma var. Soğuğa, elektriksizliğe, depremde bile bürokrasi işletmeye çalışanlara, koordinasyonsuzluğa ve enkaz kaldırmaya üşenen devlete rağmen gönüllüler Antakya’yı bırakmadı, bırakmıyor.
Hatay’ın ilk meclis binası yıkılmış, İl Jandarma Komutanlığı ağır hasarlı. Valilik binası yıkılmamış ama ayakta da değil. Hasar almayan bina görmedim Antakya’da. Birkaç binanın dışında iki otel sağlam kalmış. Biri Fransızlardan kalma taş yapı olduğu için öteki de yeni ve çelik mimariyle yapıldığı için olduğu gibi duruyordu.
Ayakta kalan taksi durağı ve otobüs duraklarının hemen yanında brandalar içinde yerde yatan cesetler vardı. Her yerde bir şekilde ceset vardı. En ürkütücü filmde bile böyle karamsar sahneler görmedim. Hiroşima atom bombası, Antakya’ya düşse sanırım bundan daha kötü olamazdı.
Eşgüdümlü bir organizasyon göremediğimden TSK’nın neden hemen sahaya inmediğini kimse anlayamadı. Üstelik bölgesel elektrik verecek palet gibi teçhizat ve araçlara sahip olan TSK’nın erken müdahalesi çok fazla can kurtarabilirdi. Tüm bölge bunu konuşuyordu.
Enkaz kaldırmaya çok yardım eden vardı ama bir o kadar çok da insan eksikti, yetişmiyordu. Yardım edenlerin de yardım bekleyenlerin de kendini yalnız hissettiği yer oldu Antakya. Enkazın altında kalanların ruh halini tahmin bile edemiyorum. Yıkılan lüks siteler, pahalı apartmanlar bu depremin zengini ve fakiri olmadan yıkmış Antakya’yı. Metafor değil; gerçekten ayakta kalamamış.
Konuştuğum Antakyalılar iki gün boyunca hiçbir yardımın gelmediğine isyan ediyordu. Enkaz çevresinden gelen sesler, dışarıda ağlayanlar herkesin sinirlerini bozmuş. Elleriyle kazabildikleri kadar, canla başla kurtarabildiklerini enkazdan çıkarmışlar. Komşularını, tanıdıklarını, akrabalarını bir şekilde yıkıntıların arasından alanlar olduğu kadar enkazda kalan yakınları için bir şey yapamayanlar için yıkım sadece depremle değil çaresizlikle katlanmış.
Gece zifiri karanlıkta ara sokakları gezerken yola atılmış sahipsiz yardım giysilerini gördüm. Kim bilir hangi tır şoförüne emanet edildi. O da yola döktü gitti. Evleri hasarlı Antakyalılar ise çadırlarının yanında yardımları alırken fazla verilenleri iade edip, “Başkasına lazım olur” diyordu. Sadece biri değil, kaç ailede gördüm bu tavrı.
Paranın geçmediği bu afet bölgesinde, dayanışma olduğu kadar yağma yapan leş kargaları da vardı. Depremin sabahı CHP Hatay Milletvekilinin eşinin eczanesini yağmalamış Suriyeliler. Ve daha birçok yeri. Kolluk kuvvetleri ve sığınmacılar arasındaki gerginlik sahaya ciddi ölçüde yansıyor.
İlk gece gözümün önünde birini çıkardılar enkazdan. Toz toprak içinde az evvel yanından geçtiğim binanın altından çıkan adam dünyaya yeniden mi gözlerini açtı bilmiyorum ama etraftaki yıkımı gördüğünde daha büyük bir şok yaşadı.
Hatay’da yaşayan herkes bir yanını kaybetti. Ya kendisi ya en yakınları ya akrabaları ama mutlaka kayıpları var.
Elektriğin olmaması, telefonların çalışmaması, internetin kesinlikle çekmemesi büyük sorun. Ama iki gün boyunca Antakya’ya hiçbir yardım ekibinin gelmemesi bana göre en büyük felaket olmuş.
Geceleri arabada uyudum. Hatay Stadyumunun bahçesinde park halinde olan aracın içinde uyumak çok sorun değildi ama arada uyandığım dakikalarda çevrede gezen silahlı askerleri gördükçe insan yerini yadırgıyor. Araç içinde uyumak deprem bölgesi için büyük bir lüks. En azından kısmen soğuktan korunuyorsun. Üstelik arabada telefonumu şarj edip, görüntüleri aktardım. İnternet elverdikçe çalışıyordum. Fakat geceleri korkudan su içemedim. Çünkü tuvalet yok. Aklıma gelmemesi için bir dolu şey düşündüm yine de mümkün değil. Artık tuvalete gitmem lazım olunca ilk sabah stadyumun içinde hayatımda gördüğüm en berbat tuvaleti hızlıca ve mecburen kullandım. Böyle bir bölgede insanların yiyecek-giyecek ihtiyacına öncelik verilmesini anlıyorum ama bana sorarsınız tuvalet onlardan daha az önemli değil. Kadınlara açık alan öneren insanları ise asla anlamıyorum. Böyle bir şey olabilir mi? Hijyen koşulları o kadar kötü ki, insanlar o tuvaleti kullandığı için değil yanından geçtiği için bile salgın hastalık kapabilir. O kadar feci!
Seyyar tuvaletlerin olmaması en büyük sorun. Yetkililerin bu durumu çok algıladığını sanmıyorum. Aslında sadece enkaz altından çıkmak değil sonrasında soğukta hayatta kalmak ve temel ihtiyaçların giderilmesi önem kazanıyor.
Üstelik ara sokaklarda görseniz, kimi insanlar minibüslerinde o kadar iptidai koşullarda kalıyor ki; hep sonrasını merak ediyorum. Daha ne kadar böyle kalacaklar? Ne olacak Hatay? Antakya nasıl toparlanacak? Aklımda cevabını bilmediğim sorular…
Gündüzleri bölgeyi gezerken sahada tespit yapanlar var mı diye bakındım göremedim. Daha çok, kimse ne yapacağını bilmiyor ve keşke biri bizi yönlendirse ve bir düzen eşliğinde yapsak gibi söylemler var.
CHP Ankara, İzmir ve İstanbul yardım merkezlerinde sürekli sıcak yemek vardı. Hatta ikinci gün artık sandviç yemekten sıkıldığım için sıcak yemek yemeğe Karayolları Bölge Müdürlüğüne gittim. Ankara Belediyesinin yardımları orada toplanıyor ve dağıtılıyor. CHP Hatay Milletvekili Mehmet Güzelmansur oradaydı. Yakınlarından 11 kişi enkazın altında kalmış. Bir yanı acı içinde ama ona rağmen çalışıyordu. Muhtarlar mahalle sakinlerine çadır götürmek için uğraşıyordu ama tek sorun çadırın olmamasıydı. Bölgedeki en büyük sorun barınma olduğundan çadır bulunamıyor. Gelen itfaiye müdürleri ise en az 100 bin kişinin sadece Antakya’da hayatını kaybettiğini söylüyor.
Gördüklerim yetmemiş gibi duyduklarım da tokatlıyordu beni.
Resmi bir AFAD yetkilisine rastlayamadım. Belki sayıları azdı bilmiyorum ama arayınca da ulaşılamıyorlardı.
Antakya’nın eski mahallelerinden olan Zenginler Mahallesi kısmen ayakta kalmış. Ayrıca etrafı o kadar yıkılmış ki, bina yıkıntılarından içeri girmem mümkün değildi. Bazı sokaklar tamamen yıkıntıyla kapanmış. Arabayla her yere ulaşmak imkansız. Mecbur yürümek gerekiyor. Yürümesine yürünür de enkazla kapalı sokaklardan insan çıkardılar mı yoksa iş makinesi giremediği için oralardan tamamen mi vazgeçtiler bilmiyorum. Bazı köylere ulaşılamadığından bahsediliyor ya, Antakya’da bazı mahallelere de girilemedi. Öyle bir felaket!
Acı bir hikaye ise basında yer almasa da bölgedekiler biliyor. 140 asker, Antakya’da üç otele yerleşiyor. 20 kadarı sağlık personeliymiş. Görev ya da izinli tam öğrenemedim. Ancak depremde otelleri yıkılınca sadece dördü kurtulmuş. Hala enkazı kaldırıp askerlere ulaşmaya çalışıyorlardı. Oraya ulaştığımda yıkılan Güney Hotel’in enkazında vinçler hala uğraşıyordu. Askerlerin çoğu orada kalmış.
Şahit olduğum başka bir olay ise gencecik askerlerin, Antakya içinde güvenliği sağlamak için bölgeye getirildiği yerde kartonların üzerlerinde yatmalarıydı. Sonra gönüllüler duruma da el attı ve askerlere battaniye buldular.
Elektrik olmayan yere gönderilen elektrikli ısıtıcılardan bahsetmiyorum bile. Yani yardım yapma, organize etme kasımızı ve kültürümüzü acilen geliştirmemiz lazım.
Ekinci’de yağmalama yüzünden çıkan çatışmada bir asker, Suriyeli bir yağmacı tarafından vuruldu. Akıbetini tam öğrenemedim. Zaten bölgede herhangi bir basın merkezi, basın bilgilendirme vs olmadığından gazeteci de halk da gönüllüler de kendi başının çaresine bakıyor.
Asrın felaketi olduğunu kabul ediyorum. Fakat yardım edenin de yardım bekleyenin de bu kadar yalnız bırakıldığı gerçeğini kabul etmek çok zor.
İnsanlarımızın özellikle gençlerimizin olağanüstü yardım çabası ve dayanışması bölgede beni mutlu eden tek gerçekti. Keşke daha çok cana ulaşabilseydik.
Keşke keşke keşke…
Hep keşke!