Kısa zaman sonra Cumhuriyetimizin yüzüncü yılını kutlayacağız. Neşe içinde, umutla yarınlara bakan, ahenk içinde yaşayan bir Türkiye yerine, tarihinde yaşamadığı kadar derin izler bırakan bir felakete maruz kalmış, moralsiz, geleceğini yitirmişçesine karanlığa batmış bir Türkiye’ye tanık oluyoruz. Çok geniş bir alanı, çok kalabalık bir nüfusu barındıran bir coğrafyayı yerle bir edercesine vuran deprem, birçok açıdan endişeleri korkuya evirdi.
Dayanışma, fedakarlık, acının üstesinden birlikte gelme, yardım, koruma, sahip çıkma, başkasının acısını içinde hissetme gibi toplumumuzun olmazsa olmaz hislerinin bireysel düzeyde var olduğundan, felaket karşısında herkesin derin üzüntü duyduğundan, depremde yaşamını yitirenlerle, yaralı olarak kurtarılanlarla ve aileleriyle empati kurduğundan kimsenin kuşkusu yok. Gelin görün ki bunu toplumsal düzeye taşımakta, organize olmakta, koordinasyon içinde gücünü bilimden alarak, kararlı adımlar atmakta sınıfta kaldık.
Toplumsal mutabakatın bir süredir çatladığını, çatlağın gitgide kırık halini alığını esas itibarı ile herkes görüyordu. Kimi buna çokça duyarlı yaklaşırken kimi de, kah çıkarlarına hizmet etmediği, kah bulunduğu sosyal konumda sivrilmek istemediği için sessiz kalmayı, olup bitene kayıtsız kalmayı tercih ediyordu. Oysa, “Bir elin nesi var? İki elin sesi var!” yaşıtlarımın ilkokul yıllarında öğrendiği bir özdeyişti.
Yurttaşlık dersinde, hatırlamamak mümkün değil, “İleride ne olmak istersin?” diye sorulduğunda, herkes “Ailesi, toplumu ve ülkesi için yararlı bir kişi olmak” istediğini söylerdi. Bu öğrenilmiş basma kalıp bir arzu muydu? Yoksa, içten gelen, samimi bir dilek miydi? O yaştaki çocuklar için bu soruların yanıtı belki bir şey ifade etmezdi. Ancak, birer yetişkin olarak, bugün geriye baktığımızda, ne kadar doğru bir bilinçten söz edildiğini teslim ediyoruz.
Neslimizin kendisine emanet edilen birçok değeri heba ettiğini, geleceğe olan borcunu ödeyemediğini düşünüyorum. Belki biraz ağır ama böylesi bir eleştiriye ihtiyacımız var. Duyduğumuz vicdan sızısı mükellefiyetlerin yerine getirilmemesinden dolayı daha ağır, adeta kalbimize saplanan hançerin vereceği acı gibi sert!
Sosyal ve ekonomik durumdan, ülkede yaşadığı kentten, köyden bağımsız, bireylerin birbirlerine yabancılaştıkları, paylaştıkları geçmişte dahi anlaşamadıkları, beklentileri konusunda ise uzlaşmaktan çok uzak oldukları bir sürecin içindeyiz. Hasmane duyguların tahrip ettiği “sevgi – saygı – güven” geri gelir mi? Veya daha doğru bir tabirle, nasıl geri gelir? Kişisel hırsların sürüklediği insanlar, kompartımanlara ayrılmış halk nasıl birlik olur?
Ünlü tarihçi Timothy Snyder, ‘Black Earth / Kara Toprak’ adlı kitabının paragraf aralarında önemli bir tespitte bulunur. Özetlemek gerekirse, devlet aygıtını vatandaş için yaşamın vazgeçilmez garantisi olarak görür. Bu aygıtın şu veya bu şekilde sökülmesi, yok edilmesi, toplumsal yaşamın üzerine oturtulduğu eksenlerin yıkılması demek olur. Bu eksenlere tutunmadan uygar bir yaşam sürmek olası değildir. Devlet, yapısı ve kurumlarıyla, yasaları ve kurallarıyla, adalet, sağlık, eğitim gibi sağlamakla mükellef olduğu olmazsa olmazlarla ve nihayetinde yurttaşlarının güvenliği ile onlara karşı sorumludur. Ancak deneysel demokrasilerde görülecek yurttaşın devlete medyun olduğu sistemler değil, devletin yurttaşın hizmetinde olduğu düzenler, saygı ve güveni tesis edeceklerdir.
Savaşlar devlet aygıtlarının dağılabileceği, düzgün görev yapamayabileceği olağanüstü durumlardır. Doğal afetler de öyle. Askeri tatbikatlar, savaşta karşılaşılabilecek birçok istenmeyen durumun üstesinden gelebilmek için yapıldığına göre, barış anında savaş yaşatabilecek doğal afetlere karşı niye benzer tatbikatlar yapılmaz, olası senaryolar üzerinde kafa yorulmaz?
Afet kucağımıza sindirilmesi sancılı bir durum bıraktı. Hep böyle yapıyor. Selde böyle yapmıştı. Yangında da böyle yaptı. Şimdi depremde kat be kat büyüğünü reva gördü memlekete. Doğa, akıllanmamızı istercesine el yükselterek geliyor. Biz ise deneyimlerden hiç ders almıyoruz. Bilimi terk edip şark kurnazlığı ile iş bitirmek gayretine giriyoruz. Kendimizi aldatıyoruz. Ancak doğaya çelme atamıyoruz bir türlü. “Ava giden avlanır” misali, her defasında tökezliyoruz toplum olarak. Akıllanmıyoruz. Ucu bize dokumadıkça da akıllanmayacağız. Gidişimiz o yönde.
İşi kadere getirmek de, ya çaresizliğimizi ya da küstahlığımızı gizlemek için. Bilimin gereğini yapmadığımız, Yaratan’ın bize bahşettiği insani yeteneklerimizi kullanmadığımız sürece çaresiziz. Geleceğimizi kararttığımız sürece küstahız. İşin kötüsü, bu serbest düşüşün, bu savrulmanın nerede biteceği konusunda hiçbir öngörümüz yok.
Düşünme yeteneğimizi, değerlendirme özelliğimizi çoktandır yitirmiştik. Onu geri kazanmak için ülkece ayağa kalkıp silkelenmek gerekiyor. Deprem gösterdi ki, pratikte hiçbir ama hiçbir konuda ‘yek vücut’ olamıyoruz. Özellikle sosyal medyadaki paylaşımlar akıl alır gibi değil. “İşinin ehli olma” durumu çıkarlar uğruna çökertilen bir müessese olunca, toplum kanaat önderleri, “fikri hür, vicdanı hür” vatan evlatları itibarsızlaştırıldıkça, iyiye doğru bir yöneliş olası değil.
Evlat edinilen çocuklarla evliliği onaylayan görüşler gibi karanlık, ahlaktan yoksun fikirler toplumun damarlarına pompalandıkça; devlet bir şirket gibi kar amacı ile yönetildikçe, kayırılanların ceplerine aktıkça, nüfuza erme çabası kuralsız bir şekilde devam ettikçe, vatandaş geleceğinden hep şüphe duyacak, ileriye umutla bakamayacak.
Şüphe insanı içten içe kemiren, kurtulmak için her şeyi göze alabileceği bir nafile duygu. Şüpheden kaynaklanan güvensizlik ise bir neden değil bir sonuç esas itibarı ile. “Güven çok zor kazanır çok çabuk yitirilir” diye denir ve sıkça da tekrarlanır. Bu duygunun içini boşaltmanın anlamı yokken, böylesi bir durum toplumsal hayata hiçbir katkı sağlamayacakken, güvensizliğin kucağına öyle bir itildik ki! Rasyonel düşüncede yeri olmayan bir konumdayız. Ne yazık ki, bugün halkın, birbirine dahil, kimseye güveni yok. “Babana bile güvenme” deyişine mahkum edilmek yalnızlaşmak değil de nedir?
Oysa, bu topraklar tarih boyunca devlet geleneğiyle yoğrulmuş. Bu devlet geleneğine son yüzyılda eklenen kıymetli Cumhuriyet kazanımları var. Okuyan, öğrenen, anlamaya hevesli, düşünen, seçebilen, seçtiğini savunabilen ve nihayet onu hayata geçirebilen, bu suretle diğerleriyle paylaştığı değerlere saygılı, sevgi dolu, içinde yaşadığı topluma güvenen, özgür bireylerin oluşturduğu bir ülkenin yarına umutla bakmaması mümkün değil.
Herkesin, istisnasız herkesin, bu diziye uyup uymadığını irdelemesi gerekir. Eğitimin yozlaştırıldığı, nedeni ne olursa olsun sıkça kesintiye uğratıldığı, gençlerin ehliyet sahibi olmayanların eline terk edildiği bir ortamda, bunu beklemek zor. Cehaletle yoğrulmuş, özgürlükleri hakkında hiçbir fikri olmayan, birbirine düşmüş ancak neden düştüğünü de tam olarak anlamayan yığınlara indirgendik.
Kaderi kutsayan, her başı sıkıştığında kollarını Yaratan’a uzatan, içinden neleri geçirdiklerini açık etmeyen bir insan topluluğu olarak mı yaşamak istiyoruz? Yoksa yaşamı kutsayan, onu insan ruhunu yeşertecek güzelliklerle bezeyen bir halk olarak mı?
Deprem korkutucu! Ülkeye katkı sağlamış ve sağlamaya devam edecek birçok paha biçilmez değer yitip gitti. Bizi bekleyen daha birçok deprem var olacak. Bunların etkilerini bilime sarılıp gerekli önlemleri alarak azaltmak mümkün. Ancak toplumdaki fay hatları da korkutucu. İçine düşülen ruh halinin önemli bir nedeni de bu değil mi?