“… Sözüme kulak verir ve ahdimi yerine getirirseniz, …Benim hazinem olacaksınız; Ve benim için bir Kohen (rahipler) Krallığı ve Kutsal bir ulus olacaksınız. Bene-Yisrael´e söyleyeceğiniz sözler bunlardır.” (Şemot 19:6)
Antik Yunan’dan Platon’dan söz edersek ‘Devlet’ ya da ‘Sokrates’in Savunması’ adlı eserleri daha çok bilinir. Ama sevgi üzerine diyebileceğimiz küçük, sıcak yapıtı ‘Şölen’dir.
Bir araya gelen dostların konuştuğu, sohbet edebildiği, iletişim kurduğu toplantılardan söz ediyorum.
Antik Yunan’da ‘bir araya gelmek /toplanmak’tan türetilmiş sempozyumdan bahsediyorum. O eserde sevgiden, sevmekten, insanları bir araya toplamaktan bahsedilir. Bu gelenek daha sonra ‘salon’ adıyla İtalya’da devam ettirildi ve Fransa’da çok tuttu. Ancak Viyana’ya nispeten daha geç geldi.
19. yüzyılın ortalarında Avrupa'da yeni özgürleşmiş eğitimli Yahudi kadınlar cinsiyet ve antisemit kısıtlamalara maruz kaldı. Böylece yeni bir strateji benimsediler. Yahudilerin ve geniş toplumun eşitlik içinde buluştuğu, edebiyat, sanat, felsefe veya müzik çalıştığı kültür salonları…
1790'lardan itibaren, Yahudilere henüz tam yurttaşlık haklarının verilmediği dönemde, salonlar Yahudiler için özel bir siyasi ve sosyal mucize gerçekleştirdi. İlk ünlü salonlardan biri Henriette de Lemos Herz tarafından kuruldu.
Daha sonraları ‘Viyana’nın en güzel kızı’ olarak bilinen Alma Mahler’in evi böyle bir toplantı mahalli oldu. Anna Mahler, bir bölümü ‘Katolik Ayini’ olan sekizinci senfoninin yaratıcısı büyük Yahudi müzisyeni Gustav Mahler’in eşiydi. Salon geleneği sahibi insanların son temsilcilerindendi.
Paralel olarak Rusya’da aynı salon geleneğinin temsilcisi Moskova’daki kültürel yaşam üzerinde muazzam bir etkisi olan, son büyük koleksiyoncu olarak adlandırılan, ölümünden sonra koleksiyonu Hermitage ve Moskova Müzesi arasında bölüştürülen Yahudi Morozov Ailesi idi.
İsrail Devletinin kendilerine iade edilmesini talep ettiği ancak mülkler üzerindeki Pandora kutusunu açabileceği endişesi ile Rus Devleti tarafından reddedilen kitap koleksiyonunun sahibi İvan ve Mişel Morozov Kardeşlerdi.
Ancak ‘bir araya toplamak’ geleneği çok daha eskilere, Yahudilerin Kutsal Kitabı Tora’ya ve Musa Peygamber’e kadar uzanıyor. Çünkü bu geleneğin ilk temsilcisi Moşe Rabenu’ydu. Ve bu konu Şavuot Bayramı ile yakından ilişkilidir.
Sinagog terimi – Yunanca kökenlidir, ‘Synagein/ bir araya getirmek’ anlamına gelir.
Yahudi gündelik yaşamında sıkça kullanılan ‘keila’ (קהילה) veya ‘kal/kahal’ (קהל) kelimelerinin ne anlama geldiğini ve farkını bilir misiniz?
Her ikisi de Tora’daki İbranicede de sık görülen bir fiil olan ‘bir araya getirmek /toplamak’ anlamına gelen קהל - kal kökünden türemiştir. Bu kök de kol - קול - ses kelimesiyle bağlantılıdır.
Moşe, insanları kölelikten özgürlüğe giden yolun başlangıcına götürmüştü. Halk Şavuot günü Sina Dağında Aşem'e tanık olmuştu, tarihteki tüm dini literatürlerde bütün bir halkın vahyinin alıcısı olduğu tek zamandı.
Sonra Moşe, dağın tepesindeki uzun süreli ikameti için ortadan kayboldu. Bu yokluk İsraillilerin en büyük toplu günahı, altın buzağıyı yapmalarına yol açtı. Moşe bağışlanma dilemek için dağa döndü, bu da kabul edildi. Bunun sembolü de ikinci tablet grubuydu.
Şimdi hayat yeniden başlamalıydı. Parçalanmış bir halk yeniden inşa edilmeliydi.
Moşe nasıl ilerledi?
Moşe bütün İsrail topluluğunu topladı ve onlara şöyle dedi: “Bunlar, Tanrı'nın size yapmanızı emrettiği şeylerdir" (Şemot 35:1).
Bölüme adını veren vayakel (ויקהל) fiili, Moşe’nin üstlendiği görevi anlamak için çok önemlidir. Moşe'nin dağdan inmesinin bu kadar uzun sürdüğünü gören halk, Aaron'un etrafında toplanıp, “Gelin, bize önümüzden gidecek ilahlar yapın” dedi (Şemot 32:1). Moşe'nin eylemi, bilgelerin tikkun (düzeltme) dediği şeydir.
Günahın keila gibi davranan insanlar tarafından işlenmesi gibi, kefaret de onların yine keila olarak hareket ederek, bu kez İlahi Olan’a bir yuva / Mişkan yaparak sağlanacaktı.
Klasik İbranicede topluluk için üç farklı kelime vardır: ‘Eda’, ‘tzibur’ ve ‘keila’; farklı birliktelik türlerini ifade ederler.
Rabi Sacks’ın anlatımıyla; ‘eda’, tanık anlamına gelen ed kelimesinden gelir. Ya'ad fiili atamak / tayin etmek, anlamlarını taşır. Modern İbranicede Te'udah, sertifika, belge, anlamına gelir.
Bir edah oluşturan insanlar güçlü bir kolektif kimlik duygusuna sahiptir. Aynı şeylere tanık olurlar. Aynı amaç için eğilirler. Bene-Yisrael halkı, yalnızca ilk emri aldıklarında bir edah / ortak inanç topluluğu haline gelir:
“Bütün İsrail topluluğuna de ki, bu ayın onuncu gününde her adam, her ev halkı için birer kuzu alacak” (Şemot 12:3).
Bir edah, iyi olduğu kadar kötülerin de bir araya gelmesi ile olabilir. “Casusların kötü haberini duyunca cesaretlerini kaybederler ve Mısır'a dönmek isterler” (Bamidbar 14:27). Burada edah olarak anılırlar. Benzer şekilde; Korah'ın Moşe ve Aron’un otoritesine karşı isyanında kışkırttığı kişilere de edah denir (Bamidbar 16:22).
Bir edah, benzer düşüncelere sahip bir topluluktur. Bu kelime güçlü kimliği vurgular. Üyelerinin çok ortak noktası olan bir gruptur.
Buna karşılık, tzibur kelimesi Kutsal Kitap İbranicesinden ziyade Mişna’ya ait bir kelimedir. ‘Yığın’ veya ‘yığmak’ anlamına gelen tz-b-r kökünden gelir (Bereşit 41:49).
Ağlama Duvarında dua eden bir grup insanı düşünün. Birbirlerini tanımıyorlar olabilir. Bir daha asla görüşmeyebilirler. Ama şu an için aynı yerde, aynı anda on kişi oluyorlar ve bu nedenle dua için yeterli çoğunluk olan topluluğu (minyan) oluştururlar.
Bir tzibbur, herhangi bir kimlik duygusundan ziyade rakamlardan oluşan salt bir bütündür. Kendilerini bir araya getirmeleri dışında hiçbir ortak yanı olmayan ve bir ‘topluluk’ oluşturan bir gruptur.
Keila ise diğer iki topluluk türünden tamamen farklıdır. Evet, üyeleri birbirinden farklı olabilir. Bu anlamda tzibbur gibidir. Ancak, ortak bir girişim için bir araya gelirler.
Keilanın tehlikesi, bir kitle, ayak takımı, kalabalık haline gelebilmesidir. Moşe'nin dağdan inerken buzağının etrafında dans eden insanları gördüğü ifadenin anlamı budur. “Moşe, halkın çılgına döndüğünü ve Aaron’un onların kontrolden çıkıp düşmanlarına alay konusu olmasına izin verdiğini gördü” (Şem 32:25).
Bununla birlikte, bir keilanın güzelliği, yapıcı bir amaç tarafından yönlendirildiği zaman, birçok bireyin farklı katkılarını bir araya getirmesidir. Böylece her biri ‘Bunun yapılmasına yardım ettim’ diyebilir. Bu nedenle, bu vesileyle halkı bir araya toplayan Moşe, her birinin verecek farklı bir şeyleri olduğunu vurgular:
“Sahip olduğunuzdan, Aşem'e adak olarak alın. Aşem'e altın, gümüş veya bronz sunu getirmeye istekli olan herkes. . . Aranızda yetenekli olan herkes gelip T.anrı’nın emrettiği her şeyi yapacak.”
Moşe, Aşem'e getirdikleri hediyelerin çeşitliliğini korurken, farklılıkları ile keilayı, amaç tekliği ile bir eda'ya dönüştürmeyi başardı. “O zaman bütün İsrail topluluğu Mişkan ve kutsal giysiler için Aşem'e bir adak getirdi” (Şem 35:20_29).
Mişkan'ın büyüklüğü, herkesin aynı amaç için bir bütünmüş gibi farklı bir şey verdiği ve her katılımcının kendini değerli hissettiği kolektif bir başarı olmasıydı.
VAYAKEL
Moşe'nın parçalanmış halktan bir keila yaratma yeteneği onun en büyük başarılarından biriydi.
Ancak bu yazıyı yazmak üzere bana ilham veren şey ise Kutsal Kitap’ın satır aralarında gizli olan bir topluluk oldu. Vayakel (ויקהל) kelimesi kendi içinde kal kelimesini barındırır. Ve yazımın başında belirtiğim gibi kal kelimesi ‘kol/ses’ ile bağlantılıdır. Sadece tek bir sesin altında olan insanların oluşturduğu gurubu ifade eder.
Kelimenin ‘kohelet’ ile yakın akrabalığı düşünüldüğünde Yüce Tanrı’nın sesi altında olan topluluk anlamına gelir. ‘Çağrılan grup’ olarak tercüme edebileceğimiz bir kökten gelir.
Her sabah dünyanın farklı yerlerinde dua eden binlerce Yahudi, Şirat Ha-Yam olarak bilinen Kızıldeniz geçişini betimleyen ve karşı kıyıya geçtikten sonra tüm Bene-Yisrael halkının eksiksiz olarak bir ağızdan söylediği şarkıyı yüzyıllarca tekrar ederler.
Mısır çıkışı kabaca üç milyonluk bir halk (Altı yüz bin erkek) neler yaşayacaklarını bilmeden, prova yapabilmeleri için kendilerine şarkının sözleri önden verilmemiş olmasına rağmen ve böyle bir şeyi aralarında hiç planlamamış olmalarına rağmen bir sevinç ve şükran ifadesi olan bu şarkıyı (Şirat Ha-Yam) nasıl olur da eksiksiz ve spontane olarak hep bir ağızdan söyleyebilmişlerdi?
Çünkü o gün hepsi ‘tek bir sesin’ altında bir araya geldikleri için ‘tek bir beden’ olarak hareket etmeyi başarmışlardı.
Galiba inanç denilen olgu kulağımızın arkasından bize fısıldayan kısık sesi duyabilme kudreti olsa gerek.
Peki ya bizler, bugün hangi sesin altındayız?