Antonio de Oliveira Salazar, Portekiz’i 1932-1968 arasında tam 36 yıl yönetti. Salazar’ın 3F ifadesi Futbol-Fado-Fatima olarak açılır. Fado, Portekiz’in 19. yüzyıla kadar uzanan bir halk müziği türüdür. Fado’nun etimolojisi tam olarak bilinmiyor ama ‘kader ve alın yazısı’ gibi bir anlamı olduğu söyleniyor. Bizdeki tam karşılığı Arabesk olmalı. Fatima Portekiz’in küçük bir kasabası. Meryem’in bu kasabada üç köylü çocuğa ve sonra da binlerce kişiye görünüp üç mesaj verdiğine inanılıyor. Fatima Mucizeleri’nin gerçekleştiğine inanılan bu kasaba 1917 yılındaki hikayeden beri hala önemli bir Hristiyan turizm merkezi. Papa ve Katolik çevreleri tarafından da kutsal kabul ediliyor.
3F’nin son kelimesi Futbol ise bizim bildiğimiz futbol.
Salazar’ın otoriter rejiminin halkı uyuşturmak için bu üç unsuru kullandığı söylenir. Eğlence, din (milliyetçilik ve muhafazakarlık) ve elbette futbol.
İngiltere Başbakanı Margaret Thatcher 1984 yılında Endonezya ziyaretinde Jakarta’da üniversite öğrencileri tarafından “Liverpool, Liverpool, Liverpool” seslenmeleri ile karşılandı. Thatcher bir İngiliz futbol kulübünün adını bağıranlar tarafından karşılanınca çok heyecanlanmıştır mutlaka fakat işin aslı başkaydı. İngiliz sömürgeciliği ve haliyle de onun en güçlü temsilcisi Başbakan Thatcher karşıtları onu en sevmediği İngiliz şehrinin, aslında ona boyun eğmeyi reddeden bir işçi sınıfı kalesinin adıyla protesto ediyordu.
Liverpool, Everton, Manchester City…
İngiltere’de işçi sınıfının temsilcisi Liverpool adından bir kulüp var, Liverpool liman şehrinde kurulmuş. Fakat onun da içinden çıktığı başka bir işçi sınıfı kulübü daha var: Everton. Bir de patron kulüpleri var mesela Manchester City. Milyarder Katar sermayesinin sahibi olduğu bir kulüp. Rus milyarder Roman Abramovich’in sahibi olduğu Chelsea var. Gerçi Liverpool da 2007 yılında Amerikalı iş adamlarına satıldı ama taraftarı hala tribünlerde eski günlerin sloganı “Asla yalnız yürümeyeceksin” şarkısını söylüyor. Fakat İngiltere’de bir Elizabeth Stadyumu yok, Margaret Thatcher Stadyumu hiç yok. Tabii Londra Büyükşehir Belediyespor diye bir takım da hiç olmadı.
İspanya özerk bölgesi Katalonya’nın da dünyaca ünlü bir kulübü var mesela Barcelona. Dünyanın en büyük ikinci kulübü. İspanya liginde derbi dendiğinde Real Madrid-Barcelona akla gelir ve El Clasico derler, ülkenin en büyük maçıdır. Madrid derbisi olan Atletico ile Real maçının fazla önemi yoktur. Yani onlar da bizim İstanbul takımlarından üç büyük olanların arasındaki maçlar onlarda yoktur. El Clasico karşılığı Galatasaray-Fenerbahçe derbisi olmalı ama onlardaki gerçek rekabetin altındaki neden bizde yoktur.
İtalya liginde de sağcı ve solcu kulüpler var. Mesela Inter, Juventus, Milan ve Fiorentina gibi kulüpler sağ kanadın temsilcileridir. Atalanta ve Sampdoria gibi kulüpler bırakın solu, aşırı sol temsilcileridir. Sağcı ve solcu takımları olan İtalya Serie A aslında ülkenin Başbakanı Silvio Berlusconi’nin sahibi olduğu Milan’ın da yer aldığı bir lig. Ülkenin başbakanı milyarder bir iş adamının sahibi olduğu futbol kulübü! Nasıl kucağa hoş geliyor mu? Gerçi Berlusconi 2017 yılında Milan’ı Çinlilere sattı ama nedense (!) futboldan uzak duramadı ve ertesi yıl 3. ligden (Serie C) Monza’yı satın aldı. Başbakanlığı döneminde her türlü usulsüzlük ve yolsuzluk davalarına konu edilen, görevden ayrıldıktan sonra yargılanıp mahkum edilen Berlusconi anlaşılan bu futbol işinde daha becerikli ki Monza’yı hızla Serie A’ya çıkardı.
Siyasetçiler ve iş adamları bu futbol işini çok iyi biliyor ve kontrol etmeden duramıyorlar. Neden acaba?
İstanbul takımları, Anadolu kaplanları
Bizde durum bu ülkeler gibi değil. Üç büyükler bir yana bırakılırsa diğer bütün takımlar “Anadolu Kaplanları” sınıfına giriyor. Yani bir İstanbul takımları var, bir de Anadolu takımları. İstanbul takımları derken üç büyük takımdan bahsediyoruz. Bugün ligimizde başka İstanbul takımları da var ama onlar semt takımı özelliğindeler. Galatasaray aristokrat takımı, Fenerbahçe patron takımı, Beşiktaş işçi-esnaf takımı zannediliyor fakat taraftar kitleleri bu sınıflar arasında homojen bir yapıda değil. Evsiz barksız Galatasaray taraftarı da var, yalıda oturan patron Beşiktaşlı da. Üstelik de bu üç kulübün taraftar toplamı neredeyse ülkenin yüzde 70-80 gibi bir kesimine sahip yani çok ciddi bir güç. Bugün bu üç kulübün içerideki maçları ortalama 50 bin kişiyle oynanıyor ve büyük bir para akışı var. Dünyanın neresine gitseniz Türkiye dediğinizde ağırlıklı olarak Galatasaray ve Fenerbahçe bilinir. Kimse Recep Tayyip Erdoğan Stadyumunda maçlarını üç-beş kişiye oynayan Kasımpaşa’yı bilmez. Ya da maçlarını Galatasaray’ın efsane futbolcusu ve antrenörü Fatih Terim adını taşıyan, taraftarı olmayan eski İstanbul Belediyesi kulübü Başakşehir adını duymamıştır. Başakşehir Başkanı da Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eşi Emine Erdoğan’ın yeğeni ile evlidir. Olmayan taraftarı ile olabilen bütün sponsorluklara sahip, ciddi transferler yapabilen ve 2019-2020 sezonunda Süper Lig şampiyonu olmuş bir takımdır Başakşehir.
Dünyanın her yerinde futbol stadyumları çeşitli protestolara sahne olmuştur çünkü dışarıda yapılacak bireysel protestodaki gibi güvenlik güçlerine hedef olma riski yoktur, birlikten güç doğar ve çok etkilidir. Futbol taraftarları muhaliftir. Takımın oyununu beğenmiyorsa futbolcuları, antrenörü, yönetimi protesto eder. Sahada hakemi protesto eder, federasyonu protesto eder. Hatta taraftarlar karşılıklı tribünleri bile protesto eder. Hepsini de istifaya davet edebilir.
Bu protestonun anlamı “Sen bu takımda oynayacak futbolcu değilsin” ya da “Sen bu takımın çapında bir antrenör değilsin” olarak okunur. Maçı katleden hakemi protesto eden taraftar aslında federasyon yönetimini istifaya davet eder. Sen bu ligi yönetecek çapta değilsin diyordur. Hiçbir taraftar protestosunun hedefi kulübü ya da federasyon kurumu değildir, tamamen yöneticilerdir. Elbette bazı takımlar protesto hakkını kullanırken bazıları da sesini çıkarmaz. Milyonlarca Euro/Dolar yatırım yapan bir takımın sahada hakem eliyle doğranması, başka takımların kollanması ülkenin neredeyse tamamına yakınında milyonlarca taraftarı olan şampiyonluk hedefli takımları rahatsız eder. Taraftar sahada adil yönetim görmek ister. Taraftar sahada ve saha dışında kendi kulübünde becerikli ve liyakatlı yöneticiler görmek ister. Çöp futbolculara saçılan milyonlarca Euro ile sahada olmayan futbolun suçunu hakemlere veya federasyona yüklemeye çalışan beceriksiz kulüp yönetimi ve teknik ekibini de protesto eder, istifaya davet edebilir.
Hiçbir kulüp yönetimi de kalkıp “Vay bana ha, al sana” falan demeye cesaret edemez. Çünkü bilir ki futbol bir gösteridir ve seyirci oyunu beğenmezse boş tribünlere oynarsın. Bu yüzden işler kötüye giderken taraftar protesto ediyorsa önce bazı futbolcular kadro dışı kalır, sonra teknik direktör gider ve olmuyorsa da başkan görevini bırakır.
Taraftar halktır, taraftar kulübün gerçek sahibidir ve hiçbir kulüp yönetimi taraftarın karşısında duramaz.
Taraftar kulübününün renklerine bağlıdır, kulübüne bağlıdır, kulübünü korur kollar fakat yöneticiler kutsal falan değildir. Başarısız kulüp yönetimi ya erkenden gider ya da bir daha seçilemez.
Simon Kuper’in dediği gibi futbol asla futbol değildir!