Merve Çakır Gök
Sözlerime başlamadan önce, bu satırları yazmama dolaylı yoldan da olsa sebep olan ve 6 Şubat’ta tüm yurdu yasa boğan deprem felaketinden etkilenen herkese geçmiş olsun dileklerimi iletmek istiyorum.
Zira hepimizi derinden sarsan bu depremde bir kısmımız her şeyini kaybederken, hepimiz birçok şeyimizi kaybettik…
Ancak bu afet gösterdi ki bizler, pek çok şeyi zaten kaybetmiştik…
Felaketin ilk gününden bu yana çok sayıda garabetle karşılaşmış ve bunları, acılı yurttaşlarımıza hürmeten vakti geldiğinde konuşmak üzere bir kenara koymuştuk ama geçen Twitter’da gündem olan bir haberden sonra daha fazla susmak mümkün olmadı: Hatay’da kilise yakınına kurdukları aşevi ile insanlara yemek ikram edip, sabahları günlük ibadetlerini yaptıktan sonra çevreyi temizleyen kilise mensuplarının bu işleri yaparken takındıkları alçakgönüllü, kibar, güler yüzlü ve müşfik tutumlarının, bir grup aşırıcı tarafından risk olarak görülüp, bunun engellenmesi için ‘birilerinin’ eyleme geçmeye davet edildiği haberin videosundan bahsediyorum. Eleştiri sahiplerinin bunu yine bir inanç adına yaptığından ise söz etmek bile istemiyorum.
Ancak yitirdiklerimiz adına söylenecek çok şey var.
Yapılan yardım organizasyonlarında bile farklı tonlarıyla gündemimizi laciverte boyayan ötekileştirmelere nasıl sessiz kalabiliriz ki?
Hatay’ın halihazırda inanç ve kültürel çeşitlilik bağlamında kozmopolit bir kent olmasının göz ardı edilmesi ayrı bir ayıp olmakla birlikte, asıl eğilmemiz gereken, organize kötülüğün ‘iyilik’ten bu denli rahatsız olması ve dahi bunu engellemek istemesidir bence.
İnsanlık tarihi, ‘öteki’ addedilenin zulme uğradığı pek çok acı hikâye barındırır bağrında; Holodomor’da Ukraynalılar, Holokost’ta Yahudiler, Ruanda’da Tutsiler, Bosna’da Müslümanlar, Doğu Türkistan’da Türkler…
“Kolektif korku, sürü içgüdüsünü harekete geçirir ve sürünün üyesi sayılmayanlara karşı gaddarlık üretme eğilimindedir.”
Bertrand Russell
Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinin ikinci basamağında bireysel temelde işaret ettiği ‘güvenlik alanı’ toplumsal boyutta da varlık gösterir ve kimileri bu kolektif korkuyu tahrik ederek sürüyü, sürünün zahiren üyesi olmayanlara karşı şiddete yöneltmek ister. Kutuplaşma ve kolektif kötülüğün hala üzerimize esebildiği bir atmosferde algılarını açık, reflekslerini diri, idrakini berrak ve vicdanını pak tutabilen iyiler için, tarihin gelecek kuşaklara sert bir ders olarak kara sayfalarına kaydettiği acı öykülerle tekrar yüzleşmek ve bunların bugünkü mümessilleriyle karşılaşmak çok zor. Ancak merak ediyorum yine de…
Mesela,1995’te Srebrenitsa’da, sırf Müslüman oldukları için zulmün ve işkencenin her türlüsüne maruz kalan, saklanan evladını annesine çağırttırıp gözleri önünde kurşunlayanların yarattığı travma hiç mi sızlatmaz kalbini insanın?
Mesela, 1932’de Kuban’da Stalin’in uyguladığı yapay kıtlık sebebiyle, açlıktan bir deri bir kemik kalıp can veren milyonlarca Ukraynalı hiç mi düğümlemez boğazını insanın?
Mesela, günümüzde Doğu Türkistan’da Müslüman Türklerin katledilen bebekleri, tecavüze uğrayan kadınları, hapsedilen erkekleri hiç mi yakmaz yüreğini kimsenin?
Mesela, 1994’te Ruanda’da Belçika’nın tahriki ve Hutuların vahşeti ile balta ve bıçaklarla kafaları kesilen Tutsiler hiç mi ezmez içini kimsenin?
Mesela, 1943’te evinin sokağında arkadaşlarıyla oyun oynamaktan başka işi ve ‘öteki’ olmaktan başka suçu (!) olmadığı halde 9 yaşındayken kampa götürülüp, önce buz gibi avluda çırılçıplak soyulup, sonra katledilip küçücük bedeni yakılan Holokost kurbanı Georgy’nin ardında bıraktığı resimleri… Öldürüldüğünde henüz 6 yaşında olan Eva’nın oyuncak bebeği...
Bu çocukların ve yüz binlercesinin büyüklerinin gözlükleri, ayakkabıları, protezleri, dişleri ile kesildikten sonra yine kamptaki soydaşları için şilte olarak kullanılan saçları… Acıtmaz mı içini kimsenin?
Depresyonda olduğu için korkunç̧ deneylere kobay edilenlerden tutun, down sendromlu, spastik, yürüme, işitme ya da konuşma engelli olduğu için çürüğe (!) çıkarılıp katledilenlere, sağlam (!) annenin kucağından koparılıp yakılan engelli (!) bebeklere...
20. yüzyılı bir kıyım yüzyılı olarak insanların kanıyla yazıp, yine de adına insan diyenler ve her ne yaptılarsa bunu yüce bir amaç uğruna yaptığını iddia edenler hiç mi bir şey öğretmez bugünün öğrencilerine?
Türkiye’de de bulunduğunuz mahallenin nefret ve sevgi sınırları kilitler sizi, belli kesimlerin kutuplarında konumlanmışsanız mesela, antisemitizmin eline düşmeniz kaçınılmazdır. Ya da tekeriniz patlasa, bardağınız kırılsa, parmağınız kesilse ‘Dış Güçlerden’ bilirsiniz, içinde bulunduğunuz güruh, ayakları hiç de yere basmayan bir hevadan habire kin üfürür kulaklarınıza.
Bu ötekileme öyle kötü bir hastalıktır ki Çanakkale şehitlerinden Rum evladı Tabip Dimitroyati’ye sövdürür, I. Dünya Savaşı’nda Alman Ordusu için savaşıp bacağını kaybetmiş̧ Yahudi’yi gaz odasına atmadan önce protezini söktürür, ekmeğini pişiren Bosnalı Müslüman anayı dipçikle vura vura öldürür insana (!)!
Madımak’ta otel yaktırır, Başbağlar’da köyü yaktırır, Auschwitz’de çocuk yaktırır insana (!)!
Bir cana kıyan, artık ne kadar insandan sayılırsa…
Yetmedi mi insanın ‘benliği’ için ‘ötekinin’ yaşam hakkını hiçe sayması?
Bile isteye neden deşilir ki birliğe en ihtiyaç duyduğumuz anlarda bile husumetin kör yarası?
Hepimiz aynı renk kanar, hepimiz aynı sızıyla yanarken oysa...
“Küçük bir çocuk, ötüşenlerden hangisinin serçe hangisinin alakarga olduğuyla ilgilenmeye başladığı anda artık kuşları göremez ve söyledikleri şarkıyı duyamaz hale gelir.”
Eric Berne
Hayat, koca koca binalardan bir avuç çimentoya dönüşen bir hiç aslında, göz açıp kapayıncaya bir lahza, bir varmış bir yokmuş sürecince kısa, kıp kısa…
Gözlerimizi yumup, şarkılarımıza kulak verebileceğimiz ormanlara kavuşmak duasıyla…