Bu yazımda yaşadığımız deprem felaketlerinin yaralarını sarmaya çalışırken, bir taraftan da bulunduğumuz ay içerisinde kutlanan Purim vesilesiyle neşeli olunması gereken bir gün de var. Etrafımızda pek kimse neşelenme modunda olmamakla birlikte, hepinize tanıdık gelen iki fıkra veya anlatı ile başlamak istiyorum.
Ladino yazılmış diye yazıyı hemen elinizden bırakmayın, Türkçesi birkaç satır altında…
“Una noçe, el Coha kuando estava kaminando en la vuerta de su kaza, ensupito viyo en el pozo, ensima dela agua la refleksiyon de la luna. Miro abaşo se espanto i dişo desi parasi ke afito ke la luna se kayo aryento del pozo i dayinda esta aya. No importa ağora si yo vi esto, ez mi dever de salvarla la luna de aya. Eço aryento del pozo un kuva atado kon kuerda i empeso a travar la agua enjunto kon la refleksiyon de la luna ke esta ensima. En supito se piedro su ekulibrio i se kayo ensima de su espalda. Kuando se kayo ansi kon dolor en su espalda vio ala Luna ke esta ağora en su luğar en el siel i dişo desi parasi ‘Fue defisil de travar la Luna de aryento del pozo ma ya ayeği de meterla en su luğar.’”
Türkçesi: “Coha bir gece evinin bahçesinde dolaşırken kuyudaki suyun yüzeyinde mehtabın yansımasını görür. Korkar ve ‘Nasıl olur da ay kuyunun içine düştü ve hala orada duruyor’ der. Neyse ben gördüğüme göre onu çıkarmak benim görevim der ve iple bağlı kovayı içine atar. Yüzeyindeki ay yansıması ile su dolu kovayı yukarı çekerken dengesini kaybedip sırtüstü yere düşer ve sırtı ağrıyarak başını çevirip yukarı baktığında gökyüzündeki ayı görür. Kendi kendine der ki ‘ayı kurtarmak için uğraştım, zor oldu ama neyse ki olması gerektiği yere koymayı başardım’.”
Bir diğeri Coha yerine Nasreddin Hoca diyeyim, bir gün çocuğunu alıp kasabaya bir eşek almaya iner. Dönüşte aldığı eşeğe binmiş yanında çocuğu ile dönerken gören köylü, ‘Hoca Efendi yazık değil mi, eşeğe kendin binmişsin ufacık çocuğu yaya yürütüyorsun?’ Değişirler ve biraz ileride başka bir köylü ile karşılaşırlar, ‘Hoca Efendi, bu nasıl çocuktur ki eşeğin üzerinde kendi gider, yaşınla başınla seni yanında yaya yürütür?’ Bunun üzerine ikisi de eşeğe binmez ve iki yanında yürümeye devam ederler. Karşılaştıkları üçüncü bir köylü yaklaşır ve der ki ‘Hoca Efendi bunca yolu yürüyorsunuz, yanınızda binebileceğiniz bir hayvanınız varken ne diye istifade etmezsiniz?’ Bu sefer çocuğunu arkaya, kendi de öne oturmuş giderlerken onları gören bir diğer köylü der ki ‘Hoca Efendi sen ki vicdandan dem vurursun ikiniz birlikte sıcakta şuncağız hayvana binmiş gidersiniz hiç mi ona acımazsın?’ Bunun üzerine Nasreddin Hoca kimsenin aklıyla gitmemeye karar verir, aldığı eşeğin ayaklarını bağlayıp baş aşağı bir sopadan geçirir ve oğluyla sopanın iki ucundan omuzlayarak hayvanı köye kadar böyle götürür.
Bu ve bunun gibi birçok örnekleri çoğaltmak mümkün. Bir Sefarad Yahudi’si olup da çocukluğunda, eğlendirmek için Nasreddin Hoca’dan devşirme Coha fıkraları anlatılmayan ev yoktur. Peki kimdi bu Coha? Hakkında anlatılan hikayeler ve fıkraları Nasreddin Hoca'ya benzetilirdi. Ben de Nasreddin Hoca hikayelerinin, Coha adlı bir tiplemeye aktarılmış olmasından öte başkaca hiçbir bağlantısı yok bilirdim ama sadece bundan ibaret değilmiş. Bu bağın kökeni çok daha eskilere dayanıyor.
Roma İmparatorluğu’nun bölünerek ayrılmasından sonra, Sicilya Adası ve şehir devleti 552 yılından itibaren Bizanslıların Thema olarak adlandırdıkları idari bölgelerinden biri olarak, ama bağımsız bir devlet şeklinde varlığını sürdürdü. Uzun yıllar Bizans kültürü ve eserleri ile yoğurulduktan sonra 800 yılının başlarında Kuzey Afrika’dan gelen Arap akınlarıyla Abbasiler tarafından fethedilerek 300 yıl kadar Arap ve İsmaili Kültürü etkisinde kaldı. Sicilya günümüzde İtalya’nın bir parçası olsa da Sicilya’nın başlı başına o çağlardan beri süregelen kendine özgü geniş bir halk kültürü ve folkloru vardır. Bu halk kültürünün bir tiplemesi ise, Sicilya topraklarına ait saf, aptal ve köşe dönücü ancak pratik zekalı ve hümanist karakterli, felsefi bir karakter olan Giufá’dır.
Sicilya'nın Araplaşması ile bu karakter de bir şekilde Ortadoğu kültürlerine transfer edilmiştir. Giufá tiplemesini kendilerine evrimleştiren Araplar entelektüel ve bilge kişi için Hoca tabirini kullanırken, cehalet timsali bu kişiye de (Arapça’da “F” harfi de telaffuz edilemediğinden) tersi manasında Cuha lakabını taktılar.
Bu karakter İslam egemenliğinin Sicilya'dan itibaren Kuzey Afrika, Mısır ve Anadolu'ya kadar yayılması esnasında değişmeden ve sevilerek 1200'lü yıllarda Anadolu'ya kadar ulaşmıştı. Ama Anadolu’da hayali bir karakteri cahil ve aptal olarak tanımlamak yerine pratik zeka timsali olan Nasreddin Hoca ile özdeşleştirilerek bilinir olmuştu.
Guifa kuyu ve ay
Güney İtalya'da halen çocukları eğlendirmek için Giufá tiplemesi ile komik hikayeler anlatılıp tiyatrolar oynanmakta. Bunun karşılığı ise bizdeki Nasreddin Hoca'nınkiler ile aynıdır. Sefarad diline Coha olarak geçmesi ise İtalyanca ve Arapçadan evrimleşerek olmuştur.
Bu sevilen fıkra karakteri sadece Akdeniz’in kıyı coğrafyası ile sınırlı kalmayıp zaman içinde Fransa, İspanya, Yunanistan ve İran'a kadar birçok halkların kültüründe de eşdeğer karakterlerle yer bulmuştu.
Görsellerde yer alan kapı taşıdığı resim ise, “Annesi bir gün Giufá’yı tembihler ve ben dönene kadar sakın kapının önünden ayrılma der. Annesi geç kalınca merak eder ve onu aramaya koyulur. Ama annesinin sözünden de çıkmamak için önünde durduğu kapıyı da söküp beraberinde götürür.”
Hiç bilmediğimiz bir lisanda söylenen ama melodisi kulağa tanıdık geldiği için “Ben bu şarkıyı biliyorum ama sözleri değişikti” dediğimiz melodiler gibi, kültürler arasında göç ederek ortak dünya mirasına dönüşmüş değerler ne güzeldir…