Paris´te güneşli, güzel bir gün. Türkiye´nin en üretken yazarlarından Nedim Gürsel´in Paris´teki evine konuk oluyoruz. Nedim Gürsel´le edebiyatı, Paris´i, İstanbul´u, çağımızın ruhunu ve son çalışmalarını konuştuk.
Türkiye`nin en üretken yazarları arasında gösteriliyorsunuz. Dile kolay 50`nin üstünde kitabınız var. Boğazkesen, Resimli Dünya, Allah`ın Kızları başta olmak üzere pek çok çalışmanız ses getirdi. Bu üretim enerjisini nereden bulunuyorsunuz?
Evet kitaplarımın sayısı 50`yi geçti. Yine de çok verimli bir yazar mıyım? Kafamda bu bir soru işareti. Bu göreceli bir şey. Edebiyatın her türünde ürün verdim. Roman, kısa öykü, gezi, deneme, inceleme, hatta şiir bile. Kendimi şair olarak görmüyorum ama Uzun Bir Ayrılık İçin Kırk Kısa Şiir adlı bir de şiir kitabım var, birkaç ülkede de yayınlandı. Sanırım yazmak benim için bir varoluş biçimi. Ama öte yandan tecrit eden bir edim. Çünkü; yazar sözcüklerle başbaşa, eğer gece yazıyorsa lambasının ışığında ya da bilgisayar ekranının karşısında ve dilin içinde gerçekleşen yaratıcı bir edim, edebiyat uğraşısı var. Bu dengeyi nasıl kurmalı yazar? Ben daha gençken daha az üretiyordum. Hatta şaka yollu yıllar önce bir röportajımda; zamanımın yüzde 80`ini gezi, eğlence ve kadınları baştan çıkarmaya adadığımı ve geri kalan 20`sinde edebiyatla uğraştığımı söylemiştim. Bu oran yıllar geçtikçe tersine döndü, şimdi galiba yüzde 80 edebiyat, diğer etkinlikler ise yüzde 20`ye indirgendi. (gülüyor) Şaka bir yana, edebiyat varoluş biçimiyse sizin için, onsuz yapamıyorsanız, 70 yaşınıza geldiğinizde ki ben şimdi o yaştayım, verimli bir yazar oluyorsunuz. Bu bana Sartre`ın Sözcükler kitabındaki bir cümlesini anımsatıyor. Sartre`ın en çok sevdiğim kitaplarından biridir, Sözcükler- Les Mots orada Sartre diyor ki; beni yazmaya sevk edenin bir nevroz olduğunu fark ettim ve bu nevrozun bilincinde olduğumda artık yazmanın bir anlamı kalmadı. Ama yine de yazmaya devam edeceğim çünkü; yazmanın dışında bir şey beceremem ve insan bir nevrozdan iyileşebilir ama kendinden kurtulamaz. Bu edebiyatı bir varoluş biçimi olarak tanımlayan yazarın kendinden kurtalamayacağını gösteriyor.
Nedim Gürsel, Egemen Cantürk ve Defne Cantürk
Paris`te İstanbul`u içimde paslı bir hançer gibi taşıdım
Siz Türkiye`deki yazarlardan farklısınız. Her şeyden önemlisi Paris`te yaşıyorsunuz ve Paris`te Türkçe yazıyorsunuz? İstanbul`a gidiyorsunuz, Türkiye ve dünyanın değişik yerlerini görüyorsunuz. Sizi besleyen kaynaklar Paris ve İstanbul. Her iki kentin de enerjisi oldukça yüksek. Yazın dünyanızda Paris ve İstanbul`un yeri nedir?
Evet aslında hayatım bu kentler arasında mekik dokumakla geçti diyebilirim. Paris-İstanbul ekseni oluşturdu benim edebiyat dünyamı ve hayatımı. Başka kentlere de yolum çok sık düştü. Bu gittiğim kentlerden bazıları kitaplarımda da geniş ölçüde yer aldı diyebilirim. Örneğin; Venedik, Resimli Dünya`nın geçtiği mekan. Berlin de beni etkileyen kentler arasında yer aldı. Bazı Akdeniz kentlerini de buna katabilirim. Ama temelde İstanbul ve Paris ekseni belirleyici oldu edebiyat yaşamımda. Birbirine çok ayrı iki kent söz konusu. Ve şunu fark ettim bir süre sonra, Paris maceramın başlamasından bir süre sonra, eğer İstanbul`da kalsaydım, kitaplarımda bu denli yer almazdı İstanbul. Paris`e gelmiş olmam, içimde bir paslı hançer gibi taşıdığım İstanbul kentinden uzaklaşmam, giderek bir İstanbul nostaljisine yol açtı ve nostalji bir yazısal izleye dönüştü. Boğazkesen romanımda anlatının gerçek kahramanı her ne kadar Fatih Sultan Mehmet gibi görünse de gerçekte İstanbul kentidir. Hem 15. yüzyıl İstanbul`u hem günümüzün İstanbul`u iki eksende yürüyen bir anlatımdır. 40 yılı aşkın bir süreden beri Paris`te yaşamama karşın İstanbul`dan söz ettim. Bir şehir, İstanbul, öykülerim ve romanlarımda oluştu. Ama beni asıl besleyen entellektüel anlamda Paris oldu, dünyaya açılamama da Paris`te yaşamam yol açtı. Paris kozmopolit bir kent, sanat ve kültür etkinliklerinin yoğun olduğu bir kent, ayrıca Sorbonne Üniversite`sinde çok genç yaşta Fransız edebiyatı öğrenimi yaptım. Sonrasında karşılaştırmalı edebiyat doktorası yaptım. Paris beni hem yazar olarak etkiledi hem de entellektüel formasyonuma katkıda bulundu. Beni dünya ile tanıştırdı diyebilirim. Zaten kentler genelde anlatı kahramanları kadar önemli benim için. Bu romanlarım bana yansıyor. Resimli Dünya`da Venedik, Boğazkesen`de İstanbul, Şeytan, Melek ve Komünist adlı romanımda Berlin ve Moskova eksenimde bir anlatım olduğunu söyleyebilirim.
Tarihsel roman yazmadan önce uzun soluklu ciddi bir araştırma yaparım
Siz tarihsel romanlar da yazıyorsunuz? Nelerden besleniyorsunuz? Tarihsel bir roman yazarken nasıl bir ön çalışma yapıyorsunuz?
Tarihsel romanlarım arasında öne çıkan 3 başlık; Resimli Dünya, Boğazkesen ve Allah`ın Kızları diyebilirim. Resimli Dünya`da Fatih portresini yapan Gentile Bellini`nin izini süren bir sanat tarihi profesörünün hikayesini anlatmaya çalıştım ve 15. yüzyıl Venedik`i üzerine araştırmalar yapmam gerekti. Birkaç kez Venedik`e gittim, oradaki kütüphanelerde çalıştım. Tarihsel malzeme toplamak durumundaydım. Boğazkesen`i yazarken hem İstanbul´da hem Paris`te Fatih Sultan Mehmet dönemiyle ilgili çok kitap okudum, hem Osmanlı hem de Bizans kaynaklarını ele aldım. Bunlar ön çalışmalar oldu. Allah`ın Kızları ise bazı otobiyografik öğeler taşımasına karşın İslam peygamberinin serüvenini ve İslam`ın doğuş yıllarını anlatan bir roman. Onun da tarihsel bir boyutu var. Özellikle Cahiliye döneminden önceki dönemle ilgili Vahiy`den önceki İslam Toplumunun ve özellikle peygamberin içinden çıktığı Kureyş kabilesinin tarihini arştırmak için Paris`teki Arap Enstitüsü`nün kütüphanesinden yararlandım. Çok zengin bir kütüphane ve bana çok büyük bir katkısı oldu. İstanbul`da Allah`ın Kızları`nı yazamazdım. Bu kitapta çocukluk anılarım da var. Manisa da var, adını da taşıdığım dedem, inanç sahibi bir hukukçu Ahmet Nedim Tüzün`ün rüyası da var. Kitapta inancı sorgulama var, ama somut olarak İslam tarihi de var. O dönemle ilgili bilgileri, kronikleri, İbn-i Hişam`ın, Tabari`nin çalışmalarını Türkiye`de bulabilir miydim, bilmiyorum. Bu kitaptan dolayı Türkiye`de yargılandım ve beraat ettim. Tarihsel malzemeye ulaşabilmemde Paris ve Fransa bana çalışmalarımda çok yardımcı oldu. Venedik`e gittiğimde Fransa Ulusal Kitap Merkezi bana maddi yardımda bulundu. Bu tür destekler Almanya ve Avrupa ülkelerinde de var. Türkiye`de de var bu tür yardımlar ama yeterli değil. Boğazkesen`i yazarken, İstanbul kazan ben kepçe her tarafını gezdim. Romanda sözü geçen bütün mekanları Anadolu Hisarı başta olmak üzere dolaştım ve inceledim. Ben romanlarımda belki de gezi tarzı yazarlığımdan da kaynaklandığı için yazdığım bütün mekanların hemen hemen tümüne gittiğimi söyleyebilirim. Edebiyat türleri arasında bence aşılmaz sınırlar yok. Roman, öykü ya da gezi kitapları edebiyatın bir parçası benim için.
Siyasi yazılarınız ve eserlerinizle de özellikle Fransa`da da adınızdan söz ettirdiniz? Ne tür çalışmalardı bunlar?
Hem bir yazar hem de bir vatandaş olarak siyaset alanında da kalem oynattım. Siyasi görüşlerimi daha çok Fransa basınında dile getirdim. Burada yayınlanan bir kaç kitap oldu. Bunlardan bir tanesi de Özgür Türkiye adıyla türkçeye çevrildi.
Bilgisarayın ekranı benim için yaratıcı bir alan değil. Yaratıcı olan beyaz kağıdın rüyası.
Bilişim çağında yaşam daha hızlı akıyor? Bu sizi korkutmuyor mu? Sizi bu değişim nasıl etkiledi?
Evet bilgisayar ve sosyal medyanın ortaya çıkışıyla çok önemli bir değişim ve devrim yaşadık. Açıkcası ben kitaplarımın hala ilk versiyonlarını eliyle yazan bir yazar olarak dünyayla uyum sağladığımı söyleyemem. Uzun yıllar daktilo da kullandım. Tabi bilgisayar çıktı, mertlik bozuldu. Şimdi bilgisayar kullanıyorum elbette. Ama sosyal medyaya biraz uzağım. Hem yaşım gereği, hem de bu sanıyorum bu bir kuşak farkı. Bu çok önemli bir değişiklik ama derinlemesine konuları ele alamayacağınız bir alan. Herkes giderek internetten edindiği bilgiyle yetinmeye başladı ve o bilgi ister istemez yüzeysel bir bilgi. Wikipedia`yı da buna katıyorum. Sadece internettedeki bilgiyle yetinmek tehlikeli. Yoksa büyük yararı var, size istediğiniz, aradığınız bilgiyi veriyor. Ama sadece bununla yetiniyorsanız, bu doğru değil. Bu iletişim çağının böylesine radikal bir dönüşüm geçirmesi açıkçası beklemediğim, ön görmediğim bir durumdu. Ben doğrudan bilgisayarda yazmıyorum. Ben elimle yazdığım yazıları sonra bilgisayarıma temize çekiyorum. Ben o beyaz kağıtla ilişkiyi sürdürebilmeliyim, yoksa yazı olmuyor. Bilgisarayın ekranı benim için yaratıcı bir alan değil. Yaratıcı olan beyaz kağıdın rüyası. Böyle bir pratikten geldiğim için devam ediyorum. Günlük hayatımda zorluklar çekmeye başladım. Öte yandan gençler hemen tüketiyorlar ve okuduklarını bir süre sonra hatırlamıyorlar. Okunan kitaplar çabuk tüketilen kitaplar. Okullarda okutulan kitaplar edebi kitaplar değil.
Beni ana dilim zenginleştirdi, beni ana dilim var etti. Bir yazarın gerçek ülkesi yazdığı dildir.
Edebiyat ve resim yanlızlık gerektiren uğraşlardır. Edebiyatta yazar tek başınadır. Sizi yaşamdan tecrit eden bir rolü var edebiyatın ama öte taraftan sizi zenginleştiren bir yanı da var. Hayal dünyanız çalışıyor, dilin içindesiniz ve o alanda var olmaya çabalıyorsunuz. Yaratıcı edebiyat alanında tek eşliyim. Beni ana dilim zenginleştirdi, beni anadilim var etti. İlk kitabım Uzun Sürmüş Bir Yaz ile 1976`da TDK ödülünü almış olmamın bunda rolü oldu sanıyorum. Bunun getirdiği sorumluluk belki Paris`te de Türkçe yazmaya devam etmeme neden oldu.
Bir yazarın gerçek ülkesi yazdığı dildir. Bir yazar bir ülkeden çok bir dilde yaşar. O bakımdan ben Türk dilinin bir parçasıyım. Ama gerçek dünyada biraz Parisliyim. Bu ikilemi yönetmek o kadar kolay bir şey değil ve bu güçlük bana Son Yolcu`yu yazdırdı. Son Yolcu`nun temel izleklerinden biri işte bu durumu yaşayan bir yazarın, belli bir yaşa gelmiş bir yazarın konumu. Hem orda hem burada, ne orada ne burada.
Neden Son Yolcu?
Kendisinin bir ayağının çukurda olduğunu hisseden bir yazarın genç bir Kürt kıza aşkını da anlatıyor bu roman. Onunla buluşmak üzere gidiyor İstanbul`a. Paris ile İstanbul arasındaki bir uçak yolculuğunun hikayesi. O yolculuk sırasında bazı şeyler anımsıyor. Yunan bir kadınla evli ama bir Kürt kızına aşık. Yunan karısı üzerinden azınlıklar, mübadiller, Kürt sevgilisi üzerinden de Kürtler üzerine düşündürüyor. Bir azınlık sorunsalı var romanda ve yaşlılığının da bir tür azınlığa yol açtığını düşünüyor.
Memento Mori: Öleceğini Hatırla
Şimdi dilerseniz geçenlerde çıkan son kitabınız Ölüm Aklımdasın adlı eserinize değinelim. Ölümün izini süren ve sorgulayan bir kitap. Okuyucuları neler bekliyor son çalışmanızda?
Son eserim bir deneme. Yaşadığımız bu Covid döneminde ölümle yüzleştik. Ölüm üzerine düşünen, kafa yoran bir yazarın dünyasını deneme biçimde anlattım. Kitapta başka yazarların ölümleri de var. Ölüm hakkında bazı düşünceler ve tasavvurlar da var. Memento Mori, ölüm aklımdasın, bu eski Roma`dan gelen bir gelenek. İmparator zafer kazandıktan sonra Roma`ya döndüğünde Roma onu alkışlıyor, zafer takının altından geçiyor, herkes çoşku içinde kazandığı zaferi alkışlıyor. Ama o sırada bir köle gelip kulağına Memento Mori`yi (Öleceğini unutma) fısıldıyor. Bu alegoriden yola çıkarak yazılmış bir kitap.
Nedim bey, konukseverliğiniz ve bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.
Ben de size çok teşekkür ederim.
Röportaj: Egemen Cantürk- Defne Cantürk
Fotoğraflar: Defne Cantürk