10 Mart´ta hayata veda eden sevgili hocam, hayat öğretmenim Ayşegül Sarıca ile 1983´ün temmuz ayında tanıştık. Değerli hocam Ali Darmar ile derslerimize yeni başlamıştık ki, çalıştığımız eserleri hemen Ayşegül Sarıca´ya çalmamı istedi. Bu yazıma onun biyografisini, neredeyse seksen senelik piyano hayatını sığdırmaya çalışmayacağım. Çünkü onu anlatmaya bir yazı yetmez. Yeteneği çok küçük yaşta keşfedilmiş, piyano eğitimine İstanbul´da başlamış ancak daha sonra annesiyle birlikte gittiği Paris´te, piyano ekolünü kuran eğitmenlerle çalışan Sarıca, ailesine ve piyanoya adadığı yaşamında, yurt içi-yurt dışı olmak üzere sayısız konsere imza attı. Serhan Yediğ´in, Sarıca´nın yaşamını birçok yönden yazdığı ´Piyano Çalmak Güzelliklerde Yaşamaktır´ kitabı okumanızı tavsiye ederim.
Sevgili hocama her zaman hitap ettiğim gibi burada da Ayşegül Abla diyeceğim. Annesini yeni kaybetmiş olmasına rağmen Ayşegül Abla bizi o gün kabul etmişti. O günden itibaren kırk sene boyunca hocam, dertlerimi sevinçlerimi paylaştığım, akıl sorduğum, birçok konuyu danıştığım biri oldu, bana annelik yaptı.
Ayşegül Abla’dan başta hocam olarak çok şey öğrendim. Bir müzik eserine yaklaşımı, bestecinin yazdığı her türlü detayı araştırmakla başlardı. O detayların hepsine çok sadık bir çalışması olurdu; biz öğrencilerinden de bunu beklerdi. Bir müzik cümlesinde, notadan ritme ve cümlenin yapısına kadar irili ufaklı bütün ayrıntıların yerli yerinde olmasını...
Onun insanlığından çok şey öğrendim. Herkese büyük bir saygıyla yaklaşımını, o insanın hikâyesini, insan sevgisi ile nasıl kelime kelime dinlediğini… Çocuklarına müthiş düşkünlüğünü, bütün canlılara olan özenli sevgisini… 1983 senesinde ona ilk gittiğimde kedilerinin yanı sıra köpekleri Poldi de vardı, sonra Ayşegül Abla’nın dikkatini çekmek için patisiyle beni durdurup iki patisiyle piyano çalan köpekleri Bıdık. Hep birlikte ne çok gülmüştük. Bıdık’tan sonra Tombik… Bütün sokak kedilerine, köpeklerine yetişirdi.
2018 yılında birlikte tatil için gittiğimiz Cunda Adasında bir gün denizden döndüğümüzde baktık evin bahçe kapısına bir eşek bağlanmış. Tabii çok şaşırdık; etrafta sahibini aradık ama bulamadık. Ayşegül Abla hemen eşeği sevmeye başladı; ayağı bir yere takılmıştı onu kurtardı. Hiç de korkmazdı. Yine bir gün eve geldik ve eşek orada yok ama ipi duruyor. Ayşegül Abla çok telâşlandı; eve girmeden ikimiz birlikte sokak sokak dolaşarak eşeği aradık ve bulduk, getirdik, bağladık, sahibi gelinceye kadar beslemeye, bakmaya devam ettik. İnsan veya hayvan hiç fark etmeksizin tüm canlılara taşıdığı dürüst, özenli sorumluluğundan çok şey öğrendim.
Ablası Mehveş Hanım ile ilişkileri beni çok etkilemiştir. Yaşamla ilişkisinden çok şey öğrendim; Ayşegül Abla bir deryaydı, derin bir derya ancak bu özelliğiyle asla övünmezdi, her zaman son derece mütevazı idi.
Zaman içinde o da benimle çok şey paylaşmaya başlamıştı. Bundan güç alarak son senelerde, 50-60 sene öncesi İstanbul’un müzik yaşamı, Paris’teki yılları, hocaları, müziğe yaklaşımındaki incelikleri hakkında çok soru sorardım sükûnet dolu sohbetlerimiz esnasında, tane tane hepsine cevap verir, anlatırdı.
Hem piyanist hem de insan olarak tam kırk sene en büyük destekçim oldu. Elinden geldiğince her konserime geldi, ne zaman arasam oradaydı. Sadece çalışımla ilgili değil topluluk önünde konuşmak gibi, beni yetenekli bulduğu her eylemimi çok takdir eder ve gurur duyardı. Hiç unutamam, ‘Debussy Estampes’ları stüdyoda kaydederken koşa koşa gelmiş ve saatlerce yaptığım kayıtlar üzerinde baş başa konuşmuştuk. Yurtdışı konserlerimden evvel, tam da pandemiden önceydi, “Bir dolu işin vardır, bu sefer ben sana gelmek istiyorum seni dinlemeye” diyerek evime kadar gelmiş ve tüm konser programlarımı dinlemişti. Konserlerimden sonra bu sefer nasıl geçtiğini dinlemek üzere yine gelmek istemiş, bana onu ağırlama zevkini yaşatmıştı. En son ‘Mozart Sonat’ çaldım ona, şimdiden sonra artık o Sonat benim için bambaşka olacak…
Büyük bir piyanist, başlı başına bir ekol ve bir devrin en zarif temsilcilerinden, Türkiye için çok büyük bir değer olan Ayşegül Sarıca'yı kaybetmiş olmanın derin üzüntüsüyle umuyorum ki, bizlere bıraktığı değerli mirası lâyıkıyla, Ayşegül Abla’ya yaraşır bir şekilde taşıyabiliriz. Tek tesellim icrâ ettiği sayısız eserin bu dünyada tınlamaya devam edecek olması.
1999 yılından beri önce öğrencisi, sonra meslektaşı olmuş sevgili Jerfi Aji’nin cenazede yaptığı konuşmadan bir alıntıyla devam etmek istiyorum:
“Hiç konduramıyorum... Beklemediği bir durum karşısında hep böyle derdi sevgili hocam… Aslında tanıştığımız günden beri Ayşegül Hanım’a hiç ‘hocam’ diye hitap etmemiştim. Benim için o, çocukluğumdan beri düzenli olarak gittiğim İstanbul Devlet Senfoni Orkestrasının, içinde bulunduğumuz bu salonda verdiği konserlerde sahnede hayranlıkla seyrettiğim bir solistti. Piyanonun başına oturduğu anda ciddileşen ifadesi, ağırbaşlı duruşu ve Fransızcada ‘jeu perlé’ yani inci gibi çalma olarak nitelendirilen pürüzsüz, su gibi akan mükemmel tuşesi ile… Onunla 1999 yılında, İTÜ Dr. Erol Üçer Müzik İleri Araştırmalar Merkezinin açılmasıyla tanışma fırsatı buldum ve okuldaki ilk öğrencilerinden biri oldum. Ve işte o zaman, sahnedeki görüntüsünün ötesinde aslında ne kadar zeki, esprili, samimi ve alçakgönüllü biri olduğunu keşfettim. Hayatı çok da ciddiye almayan, en zor durumlarda bile soğukkanlılığını koruyup olaylara sakin yaklaşabilen, daima pozitif ve tüm duygularını, heyecanını kontrol etmeyi başarabilen bir bilge…
Herhalde bu sayededir ki, sanat camiasındaki polemiklerden hep uzak durmuş, kimse hakkında en ufak bir kırıcı söz söylememeyi kendine düstur edinmişti adeta.
Öğrenci yetiştirmeye ilk olarak Bilkent Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesinde başlamıştı. Daha sonra kurucularından olduğu MİAM’da devam etti deneyimlerini paylaşmaya. Öğrencilerini hiç kırmadan sabırla dinler, titizlikle çalıştırır, saatlerini verirdi. Ders sırasında genellikle eseri kendi çalıştığı notasından takip eder, notada kendi hocasının yazdığı tüm direktifleri biz öğrencilerine de aktarırdı.
İki senelik resmi ‘hocalık’ döneminden sonra, onun deyimiyle önce meslektaş olduk, sonra sırdaş, dert ortağı, dost… Kendisiyle birçok güzel anımız oldu: 2002 yılında sevgili İbrahim Yazıcı yönetiminde Bursa Senfoni ile vereceğim ilk orkestra konserimin genel provasına yetişmek ve bana destek olmak için kendi kullandığı arabasıyla sabahın köründe İstanbul’dan yola çıkıp Bursa’ya gelmesi, iki kez birlikte çalma onuruna eriştiğim dört el piyano konserleri…
Yaşının ilerlediğinden dem vurduğu bir gün demişti ki, ‘Kuzum, kafa kağıdımda öyle yazıyor ama işin kötüsü ben hiç o yaşta hissetmiyorum kendimi, tam bir kepazelik!’ Ne de olsa daha çok olmamıştı deniz paraşütü yapalı; sadece yedi sene önce Adana’da birlikte yer aldığımız Çukurova Devlet Senfoni Orkestrası konseri ertesinde bir uçuş eğitim alanında pervaneli uçağa da binmişti koşa koşa…
Her telefon konuşmamızın sonunda ‘Aman ne olur beni hatırdan, gönülden çıkarmayın çocuklar’ derdi hep. Kendi adıma onun bu eşsiz müzisyenliğini elimden geldiğince öğrencilerime aktaracağıma, onun anısını hep yaşatacağıma söz veriyorum.”
Elli senelik dostu, benim de sevgili hocam, ustam besteci Ali Darmar da onun için şunları söyledi:
“Kendisiyle 1968 yazında bir ada vapurunda tanıştık. Ben Mme.Popi Mihailidis ile ders yapmak üzere Heybeliada’ya gidiyordum. Ayşegül de ailesi ile Sedef Adasına gidiyordu, tanıştık. 1969 senesinde Şan Sinemasında bir konserine gittim ve o zaman kendisiyle çalışmak istediğimi söyledim. Beni köşke davet etti, konuştuk. Konser ve turnelerinden dolayı düzenli ders yapamayacağını ama ara ara beni dinleyeceğini söyleyince çok mutlu oldum. O sırada Nadia Boulanger’ye kendimi dinletmek için bir program hazırlamam gerekiyordu. Ara ara çalışmaya başladık. Daha sonra kompozisyon eğitimim için Paris’e gittim. Çalışmasındaki detaycı titizliği, sağlamlığı, besteciye ve notaya olan sadakati, dürüstlüğü beni çok etkilemiştir. Eserleri çalışırken önce ‘15 gün bana izin ver’ derdi, sonra biz çalışmaya başlardık. Tabii o 15 gün içerisinde nasıl çalıştığını ta ki benim eserlerimi de çalışmaya başladığımız zamana kadar bilemedim. Çok büyük keyifle çalışırdı. Arada kahvesini içer, zaman zaman kısa dinlemelere çekilirdi. Ayrıca kişiliği çok sağlam ve dürüsttü. Kendisine ters gelen bir şeyi kimse ona yaptıramazdı. Her zaman dayanışma içerisinde olduk. Üzüntüm çok derin…”