Deprem üzerinden önce günler sonra haftalar geçmeye başladı. Felaketlerin de kendine has bir zaman akışı var. İlk günlerde insanın üstünde ağır bir külçe oluyor sanki hareket etmek, kalkmak, bir yere gitmek her zamankinden çok daha fazla enerji gerektiriyor. Sonra alışmaya başlıyorsun, haberlere, felakete ait görüntülere, insanların acılarına. Alışmakta utanç verici bir yan var mutlaka, ancak alışmak da yaranın üstüne sürülen merhem gibi. Ağır ağır gündelik hayat ritminin bir parçası oluyor felaket, hep orada duran, artık tüm sonuçlarıyla bizimle birlikte olan, artık bize şah damarımız kadar yakın. Sabah uyandığında ilk akla gelen “deprem ve acılar” sebebiyle yeniden uykunun bilinçsizliğine kaçmak isterken, hayat hiçbir şeye aldırmayan ritmiyle akıp gittiği için sonra yavaş yavaş yönünü gündelik hallerin tesellisine bırakmaya başlıyorsun.
Deprem bölgesindeki bir arkadaştan rica ettim, bana hayatın yeniden çiçek verdiği fotoğraflardan gönder, dedim. Sağ olsun gönderdi. Caddelerde dükkânlar açılmış, kalabalıklar vitrinlerin önünden akmaya alış veriş canlanmaya başlamış. Ne kadar önemli. Bu da felaketin o derin karanlığına, travmasına karşı bir direniş biçimi. Ormanlar bile yandığında ertesi gün yangın örtüsünün altında bir hayatın nabzının atmaya başladığını hisseder insan. Peşinden filizler uç verir. İnsan da öyle. Yüzü sürekli hayata dönük. Kimi insan hikâyelerinde umutsuzluk daha fazla yer tutabilir ancak insanoğlunun ortak hayatında umutsuzluğa yer yok. Düşünün ki bugün hayatta olan, o felaketle yüzleşen ve kayıplarının ağır yükünü omzuna almış insanlar, aslında bütün insanlar, milyon yıllık bir hayat silsilesinin bugünkü temsilcileri. İnsanoğlunun yeryüzündeki varoluş mücadelesinin aşamalarını düşündüğümüzde bugünkü her bir temsilci mucize gibi. Vahşi hayvanlara, soğuğa, açlığa, hastalığa, düşmanlığa açık, hayatı tabiatın kaprislerine bağlı, her nefesi pamuk ipliğinin ucunda o insanlar hayat soluğunu elden ele ulaştırarak bugünkü temsilcilerine nefes verdiler. Basit bir soğuk algınlığı, başa gelecek bir taş balta darbesi, açlık, bir şehrin yarı nüfusunu kıran ve kalanları da dehşet içinde bırakan veba salgınları… Daha nice tehlikeyi atlatarak, onlara direnerek, hep umutla, hayatı koruyan ve kollayan bir yoğunlaşma ile geçen milyon yılların birikimi bugünkü insanların müktesebatında bulunuyor. En zor şartlarda bile bu müktesebat çalışıyor, insanın yüzünü asla enseyi karartmadan umuda çevirtiyor.
Felaketlere tahammül gücünü artıran kader ortaklığı içindeki insanların dayanışması mutlaka. O dayanışma var mı? Büyük ölçüde var elbette. Ancak buna uymayan, yapıcı önermelerden yoksun bir eleştirellik, insanların emeklerine hiçbir vurgu yapmayan ve sürekli eksiklikleri, yoksunlukları dile getiren bir dil, depreme odaklanmak yerine depremi fon olarak kullanmaya çalışan bir akıl da eksik değil. Eleştiri yapılmayacak mı? Yapılacak elbette, ancak eleştirinin hedefi felaketlerle baş edecek şartların nasıl sağlanacağına dair bir anlatı olmalı. Bir daha böyle felaketler yaşanmasın diye kim neyi nasıl yapmalı, eleştiri bunu ikna edici bir şekilde ortaya koymalı. Hataların, kusurların nedenlerine inilerek bunların nasıl ortadan kaldırılacağına yönelik işbirliği imkânları dile getirilmeli. Derdi, meselesi, odağı deprem olmayan, felaketin yaralarını sarmaya dönük muazzam emeği görmeyen, yaralı insanların hassasiyetlerine dikkat etmeyen bir akıl yürütmenin, sözün kıymeti yok.
Büyük felaketler aynı zamanda sıradan insanlar içinden kahramanlar çıkartır. Onlar, olağanüstü şartlarda bir anda akılları, heyecanları ve enerjileriyle topluma öncülük yapmaya başlarlar. Sanki kendilerine sihirli bir el değmiş, içte saklı olan bir başka kişiliği, o destani kahramanı açığa çıkartmıştır. Felaket bölgesinden böyle çok sayıda insan hikâyesi geliyor. Depremi duyar duymaz yollara düşüp enkaz altından can kurtaranlardan tutun böyle bir zamanda ihtiyaçlarla ihtiyaç sahiplerini buluşturmak için cansiperane gayret sarf edenlere kadar nice insan hikâyesi. Kurtarma ekiplerinin de orada bir başka ruh hali içinde adeta insanüstü bir gayretle çalıştıkları muhakkak. Enkazda arama yaptıkları yerde bir anda yeni çökmeler dolayısıyla göçük altında kalan itfaiyecilerin, oradan çıkartılır çıkartılmaz üstlerindeki toz toprakla yine can kurtarmaya koşmasını başka nasıl anlatmak mümkün?
Elbette bu felaketi de aşacağız. Anadolu zor bir coğrafya. Burada tarihi, siyasi olduğu kadar tabiat bakımından da yaşamak, var olmak kolay değil. Burası bizim ülkemiz. Toprağımız burada karılmış. Her türlü güçlükle mücadele ederek dimdik ayakta duracağız. Bütün bunları yaparken en önemli hususlardan birisi bu toprakların insanlarının birliği, dayanışması. Dimdik ayakta durmanın başka bir yolu yok. Aramızda çok çeşitli farklar, görüş ayrılıkları olabilir, ancak tarih ve siyaset kadar tabiat da bütün bu farkları aşkın bir ortaklık duygusunu sürekli olarak çağırmıyor mu? Aynı sert şartlara maruz kalmanın bir kader ortaklığı içinde değil miyiz?
Deprem felaketine uğramış insanlar için kurulan sofralarda yan yana duran insanlara bakıyorum. Hepimiz, tüm ülke nüfusu sanki o sofralarda yan yana oturuyor gibiyiz. Aynı ekmekte buluşan insanlar şartların öğreticiliğindeki bu kardeşliği elbette iliklerinde, kemiklerinde hissedeceklerdir. Çadırların arasında iki plastik sandalye, bir küçük masa, üstünde çay, etrafında toplanmış insanlar, bir başka yerde oynayan çocuklar, her şeye rağmen gülümseyen yüzler… Umutsuzluğu elinin tersiyle iterek geleceğe bakmak böyle bir şey. Sadece felaketin sonuçlarını ortadan kaldırmak için değil, çok daha iyisini yapmak, buradan yeni bir atılım ruhu çıkartmak için bu dayanışma, bu iyimserlik kudret kaynağımız. O yüzden işte diyoruz ki, en büyük zenginliğimiz insanlarımız, bizim güzel insanlarımız, hep birlikte ortaklık ruhuyla üstesinden gelemeyeceğimiz hangi dert olabilir ki?