Zamanının en önemli insanlarının buluşma noktası olan, defalarca küllerinden doğan, günümüzde Irak’ın ortasında kalan bir takım kalıntılardan başka bir izi kalmayan efsanevi Babil şehri, en son Damien Chazelle filminin başlığında yer aldı. Babil (2022), 1920’lerin Hollywood’unda sinema sektöründe kendine bir yer bulan üç farklı karakteri konu alıyor. İlk, taşımacılık yapan, Meksikalı göçmen Manny ile tanışıyoruz; hırslı ve iş bitirici biri olarak tasvir ediliyor. Ardından, oyuncu olmak için Hollywood’a taşınıp kendisine ‘Nellie LaRoy’ ismini vermiş Margot Robbie’nin karakteri geliyor. Nellie, genç ve hareketli yapısıyla, Amerika nüfusunun yarısının içinde barındırdığı ünlü olma hayalini temsil ediyor. Son olarak ise, bu hayali gerçek olmuş, Brad Pitt tarafından canlandırılan veteran oyuncu Jack Conrad. Filmin başında oldukça popüler olan Conrad’in sarsıntılı kişisel hayatına tanık oluyoruz. Eşi onu terk ediyor ve yakın arkadaşı bir kız yüzünden kendisini öldürmek istediğini söylüyor. Bu üç ana karakterin, 1920’ler Amerika’sının ruhunu yansıtan, hovardalıkla dolu muhteşem bir partide yolları kesişiyor. Conrad şeref misafiri, Nellie davetsiz misafir, Manny ise hizmetçi olarak orada. Parti sayesinde hem Nellie hem de Manny kendilerini sinema endüstrisinin kalbinde buluyorlar.
The Wolf of Wall Street (2013) ve The Great Gatsby (2013) gibi filmlerde gördüğümüz eğlenceye düşkün uçuk hayat tarzını, kendi filmi La La Land (2016)’de görebileceğimiz tipten romantik bir olay örgüsü ve müziklerle birleştiren yönetmen Damien Chazelle’in aslında farklı diller ve renkler kullanırken, bahsetmek istediği ana konu sinema. 1920’lerde daha çok primitif bir yapıya sahip tabii ki. Filmlerde diyalog yok ve oyuncu olarak keşfedilmek çok zor. Fakat keşfedildikten sonra arkası çok hızlı geliyor. İnsanlar eğlenebilmek için ellerinden geleni yapıyor. Sonrasında 1930’lar geliyor ve sessiz film konsepti rafa kaldırılıyor. Büyük depresyonla 20’lerin çılgın hayat tarzı yerini daha muhafazakar ve insanların içini rahat ettirmeye çalışan filmlere bırakıyor. Babylon bu dünyanın ‘nasıl’ını çok iyi bir şekilde anlatırken, bence ‘neden’ kısmı seyircinin gözünde arka planda kalıyor.
Partide aralarında geçen bir konuşmada, Nellie, Manny’ye filmlerin insanları kendi pis hayatlarından alıp başkalarının hayatına sokabilme kabiliyetinden bahsediyor. Onun için ana kelime ‘oyalanma’. Filmler insanı oyalayarak dertlerini unutmalarını sağlıyor. Nellie karakterini tanıdığımızda, kendisinin neden dikkat dağıtıcı bir gerece ihtiyaç duyduğunu anlıyoruz. Annesi bir tımarhanede; babası da bir sarhoş. Bu sözleri söylediği sırada başarıyla uzaktan yakından alakası yok. Onu başarılı yapabilecek insanlarla tanışmak için partiden partiye gidiyor ve çok yorucu bir hayat sürdürüyor. Peki bir filmin asıl amacı insanın ‘dikkatini dağıtmak’ mı olmalıdır? Nellie’ninki tehlikeli olabilecek bir bakış açısı. Sonuçta bir film, ortalama iki saat sürer ve bittiğinde yeniden gerçek dünyaya geri döneriz. Ne kadar kaçmaya çalışsak da gerçek dünya bizi yakalar. Sanat hayatın vazgeçilemez bir parçasıdır ve ne işe kullanıldığı varlığı kadar önemlidir. Belki bir film, ‘oyalanma’ kültürünün masum bir parçası olabilir, fakat biraz düşündüğümüzde, 1920’lerde başlayan bu akıl yapısının, günümüzün her tarafını kapsadığını görebiliriz. Her gün kullandığımız telefonlar, izlediğimiz ve her biri birbirinin benzeri diziler, kitaplar, bunun bir parçası olarak doğdu. Günümüzde sanatın kalitesinin bir bakıma azalmış olmasının, herkesin eski müzikler ve eski filmlerden bahsetmesinin bir sebebi de bu. Günümüzde amaç, bir sanat eseri üretmekten çok, insanların dikkatini dağıtan ve onlara zamanlarını harcadıktan sonra üzerlerinde ikinci defa durmayacakları ürünler üretmek olmuştur. Tabii ki günümüz toplumunun bu yapıtları tercih etmelerinin sebepleri tartışılır. Nellie LaRoy’un zamanında başlamış olan bu akıl yapısı, sinema tarihinin iki kutba ayrılmasına sebep oldu. Bir kutupta izlediğimizde üzerimizde büyük bir etki bırakan, gerçek sanat eserleri bulunurken, diğer kutupta meşgul insanların kafalarını dağıtmak için kullandıkları, Martin Scorsese’nin ‘eğlence parkı’ tabirini kullandıkları filmler bulunur.
Aynı sohbetin içerisinde, Manny, kendisinden daha büyük bir şeyin parçası olmak istediği için film endüstrisinde çalışmak istediğini söyler. Anlamı olan ve kendisinden daha uzun sürecek bir şey yapmaya ihtiyacı vardır. Kendisi, ‘Amerikan rüyası’nın bir ürünüdür. Başarılı olabilmek için Amerika’ya taşınmış ve bu başarıyı koparmak yolunda yapabildiği her şeyi yapmaktadır. Karakteri ve istikrarı sayesinde ölümsüz eserler ortaya çıkarabilme yolunda oldukça ilerler. Bu tabii ki daha asil bir amaç. Fakat bu amaç yolunda her yaptığı o kadar da asil olmuyor. Özellikle siyahi bir caz müzisyeninin ilginç kalabilmesi için yüzünü kömürle daha siyahlaştırdığı sahne çok vurgulayıcı. Sonunda, ilginç bir olay örgüsü sonucunda Hollywood’dan kaçması gereken Manny yıllar sonra geri dönüyor ve bir sinemada, filmlerin sessizden sesliye geçişini konu alan Singin’ In The Rain’i (1952) izliyor. Sinemadaki bu devrimin önemli bir parçası olan Manny, yıllar sonra kendi uğraşlarının beyazperdeye yansıtılışına tanık olunca gözyaşlarını tutamıyor. Manny’nin hikayesi, bu asil amacın sadece bir kısmı. Aynı sırada, veteran oyuncu Jack Conrad’in kariyerinin sonuna şahit oluyoruz. Film boyunca Manny ile aynı şeylerle uğraşan Conrad, insanların yavaş yavaş ona ilgilerini kaybetmeye başladıklarını sezer. Sonunda, hakkında dergide çıkan bir yazının yazarıyla yüzleşmek zorunda kalınca ondan, hayatını değiştirecek sözler duyar. Yazar ona, ‘ölümsüz olma hediyesine sahip olduğuna şükretmesi’ gerektiğini ve ‘sonsuzluğu melekler ve hayaletler içerisinde geçireceğini’ söyler. Kendisinin ölümünden çok uzun bir süre sonra doğmuş insanlar bile onun mirasına tanık olacaktır. Bu sözlerin üzerine Conrad intihar eder. Sanatı, kişiliğini o kadar sarmalamıştır ki bir oyuncu olan Jack Conrad ve özünde bir insan olan Jack Conrad arasında bir fark kalmamıştır. Ölümsüz olmak ve başkaları için bir anlama sahip olmak, kendi hayatından daha önemli olmuştur. Bu noktada önemli bir soru ortaya çıkıyor; başkalarının hayatına anlam katmayı kendimize amaç bildiğimizde, bu kattığımız anlamı görüp göremememiz fark eder mi? İşimizin verdiği meyveye tanık olmak mı yoksa o meyvenin var olacağını bilmek mi bizim için daha önemli?
Damien Chazelle’in bize gösterdiği Hollywood, antik Babil şehrine oldukça benziyor. Dönemin en belirgin ve önemli şehrinin zamanın testine karşı duruşuna şahit oluyoruz. Şekil ve fikir değiştiriyor, fakat iskeleti hep aynı kalıyor. Farklı biçimlerde yapılan farklı filmlerin arkasında hep aynı niyetler var; insanların dikkatini dağıtmak ve onlar için anlamı olan, bu anlam sayesinde de ölümsüz olan eserler yaratmak. Aslında bu niyetlerin hiçbir önemi yok. Nellie LaRoy’un filmleri de, Jack Conrad’in filmleri de aynı şekilde popüler ve ölümsüz oluyor. Ne amaçla, kime hitaben yapılırsa yapılsın, bir film yeterince yetenek ve tutku ile yapıldığı sürece başarılı olmaya mahkumdur. Başarı ise bir kalıba sokulamaz. Farklı insanlar farklı filmlerden farklı şekillerde zevk alır ve tek önemli olan bu kişiye özel olan zevktir. ‘Babil’ ise farklı şeylerden farklı şeklide zevk alan insanların, bu zevki çoğaltma amacıyla toplandıkları nokta.