Edith Fox, 70 yıldan fazla bir süre Holokost hakkında sessiz kalmıştı. Zira insanların Holokost´u unuttuklarından endişeliydi ve bazılarının bunun gerçekleştiğini inkâr ettiğini duyunca dehşete düştü. Asla unutulmamasını sağlamak için üzerine düşeni yapmak istedi.
Arizona Daily Star, Edith Fox’un hikâyesini ilk kez 2017’de, 90 yaşındayken yayınladı. Böylece Fox, hikâyesini Holokost’tan sağ kurtulanları, aktif ve meşgul tutmak için tasarlanmış ‘Yahudi Aile ve Çocuk Hizmetleri Programı’ aracılığıyla Nina Trasoff’a anlattı.
Edith Fox, 16 Şubat 2020’de evinde, yatağında huzur içinde öldü. Arizona Daily Star, hikâyesini canlı tutmak için 24 Şubat’ta röportajı yeniden yayınladı.
Nina Trasoff, bu röportajların kayıtlarından bazı bölümleri Yahudi Tarihi Müzesi ve Holokost Tarih Merkezine sundu, böylece insanlar Edith Fox’un hikâyesini yeniden okumanın yanı sıra, tanık olduğu ve katlandığı dehşet hakkındaki aşağıda yer alan konuşmasını dinleyebiliyor.
“Adım Edith Fox, kızlık soyadım Weingarten. Çekoslovakya’da Teplice adlı bir kasabada doğdum ve yaşadım. Tek yaptığım okula gitmek, yemek hazırlamak, arkadaşlarımla oynamak ve ödev yapmaktı. Babam kereste deposunda çalışan Mano Fogel idi. Annem Giselle Weingarten’in bir kumaş mağazası vardı; her zaman bir iş kadınıydı. Ailemin en küçüğüydüm. Beş erkek kardeşim vardı. Beni çok koruyorlardı. İsimleri Heskel, İgnat, Sam, Harry ve Zigmant’tı. İki erkek kardeşim Çek Ordusu’na alınmıştı.
Savaş başladı
Savaş başladığında 13 yaşındaydım. 1941’de Naziler gelip annem, babam ve diğer üç erkek kardeşimi aldı. Kişisel eşyalarımızı almamızı söyleyerek bizi, o zamanlar bölünmüş, Almanlar ve Ruslar tarafından işgal edilmiş Polonya’ya götüreceklerini söylediler. Bize ev ve iş yeri vereceklerini söylediler.
Polonya’ya vardığımızda Naziler bizi koşturdu; kaçamazsak ölürdük. Annemi gözümün önünde öldürdüler çünkü yeterince hızlı koşamadı. Bunlar bir çocuğun görmesi için çok ağırdı. Nazilere beni de öldürmelerini söyledim ama “Hayır, çalışacaksın” dediler. İnsanlar gözlerimin önünde ölüyordu. Ayakları kesilmiş halde köşede yatan bir haham gördüm; hâlâ yaşıyordu. Ölene kadar öylece orada yatacaktı. Nazilerin yaptıkları inanılmazdı.
Sonra erkek ve kadınları ayırdılar; babamı ve kardeşlerimi bir daha hiç görmedim.
Beni ve arkadaşım Leah’ı, Polonya’da Stanislau’da Yahudi ailelerin yeni yürümeye başlayan çocuklarının barındığı gettoya götürdüler. Her gün 300 bebeğin altını yıkamak zorunda kaldık. Nazilerin hepimizi almaya geldiğini öğrendiğimizde, çocuklara bakan yetişkinlerle birlikte sığınağa girip giremeyeceğimizi sorduk ama yer yoktu; bu yüzden Leah ile kilere gittik. Fırın saklanmak için iyi bir yerdi; içine girip bacalara doğru tırmanıp saklandık.
Naziler gelip bütün çocukları çöp gibi kamyonlara attı. Sonra sığınaktaki herkesi öldürdü.
Leah ile üç gün fırının yanına saklandık. Sonra yürüdük, yürüdük, Macaristan ile Çek sınırına gitmeye çalıştık. Bir Çek askeri gördük ve bize yardım edeceğini düşündük ama Naziler tarafından kontrol ediliyordu ve bizi Auschwitz yakınlarındaki karargâha teslim edecekti. Son anda fikir değiştirdi, bizi Tanrı’ya emanet ederek gitmemize izin verdi. Bir oluğun içine saklandık. Leah eve gitmek istedi ama denediğinde öldürüldü. Ben de yakalanarak Auschwitz Kampına götürüldüm. Mengele’nin insanları sağa veya sola gönderdiği sıraya kondum. Soldaki insanlar öldürüldü. Sağdakiler işe gönderildi.
Bir gün gelip (50 kız) bizi aldılar. Bizi öldüreceklerini düşündük ama bunun yerine bizi Auschwitz yakınlarındaki Gleiwitz’e götürdüler ve bir cephane fabrikasında çalıştırdılar. Sekiz saat sırada beklemek zorunda kaldık ve kimseyle konuşmamıza izin vermediler. Orada mermi yapımında yaklaşık üç yıl kadar çalıştım.
Auschwitz’de yaşananlar
Auschwitz’deyken çok fazla şeye tanık oldum. Bazı insanlar daha fazla dayanamadı ve kendilerini elektrikli tellere çarptılar. Alevler içinde öldüler. Farklı yerlerden Auschwitz’e gelen, sözde duş almaya götürülen ve gaz odasında öldürülen insanları gördüm. Sonra onları krematoryumlarda yakıyorlardı. Çok organizeydiler, her gün 10 bin Yahudi’yi öldürmek istediklerini söylüyorlardı.
Ebeveynlerinin krematoryumda ölüşlerini izleyen bir çocukla tanıştım. Haftada bir oraya gelmemi ve bana bir paket atacağını söyledi; ayakkabı veya kıyafet. Belki de gaz odasında öldürdükleri insanların eşyalarıydı, bilmiyorum.
Savaş sona ererken, Naziler yeterince güçlü olan ve hâlâ hızlı koşabilenleri üstü açık yük vagonlarıyla susuz ve yiyeceksiz bir yük trenine bindirdi. Ölmemizi istiyorlardı. Üç gün o trendeydim. İnsanlar ölüyor, herkesin üzerine düşüyorlardı. Yerler ceset doluydu. Mecburen üstlerine basmak zorunda kalıyordunuz. Sonunda “Hayır üstüme basılsın istemiyorum!” diye düşündüm. Bu yüzden trenden atladım. Öleceksem dışarıda, karda ölmeyi tercih edeceğime karar vermiştim. Ocak ayıydı. Birçok kişi trenden atladıktan sonra vuruldu. Sanırım burnum kırılmıştı. Kalktım ve delicesine koşmaya başladım. Bir ağaca çarptım. Alnım çok kötü yaralanmıştı. Alnımda hala o yaranın işareti var.
Nerede olduğumu bilmiyordum ama ormandaydım. Nereye gideceğimi bulmak için sabah olmasını bekliyordum. Çek üniformalı birini gördüm, mutlu oldum ve bir Çek askerinin bana asla sorun çıkarmayacağını düşündüm. Savaş bitiyordu. Savaşı kaybettiklerini biliyorlardı ama bu, Çek üniformalı bir Nazi’ydi.
Beni Terezin Kampına götürdü. Yanımızda yedi kız daha vardı. Onlar da kaçıyordu ama Almanlar onları yakalamıştı. Bizi bir eve kapattılar ve tecavüz etmeye çalıştılar. 13 yaşındaki bir kız haykırmaya ve kavga etmeye başladı. Bu yüzden diğer herkesi dışarı attılar. Çığlıklar atan kızı öldürdüler. Geri kalanımız kurtuldu.
Terezin Kampında, gardiyanlar bize haftada bir gün sıcak su ve ekmek verirdi. Ama yine orada tutulan siyasi tutuklular, her sabah gelip bize telle kaplı açık pencereden ekmek parçaları atarlardı.
Naziler bizi aç bırakıyordu ama hayatta kaldık. Hiçbir şeyimiz yoktu: sadece tuvalet ve beton bir zemin, telli küçük pencereler. Naziler içeri gelip kafalarımıza tekme atar, bize domuz derler ve “Nasıl hâlâ hayattasın?” diye sorarlardı. Oradaki kızlardan sadece biri öldü.
Ruslar tarafından kurtarıldılar
Ocaktan mayıs ayına kadar oradaydık. Ama biz şanslıydık. Ruslar 8 Mayıs’ta bizi kurtardı. Tam zamanında gelmişlerdi çünkü Naziler zaten tüm siyasi tutukluları öldürmüştü ve sırada biz vardık.
Ruslar bizi hastanelere götürdü. Yürüyemedik bile. Hastanede tedavi gördükten sonra, orada iş bulmamızı sağlamaya çalıştılar. Onlara Amerika’ya gitmek istediğimi söyledim. Amerika’ya gitmek için kayıt yaptırmak üzere bizi Çekoslovakya’dan Almanya’ya gizlice götürdüler. Evime gitmek istemiyordum; orada kimse yoktu.
Amerika’ya gitmem iki yılımı aldı. Amerikalıların yönettiği ‘Yerinden Edilmiş Kişiler Kampı’nda kalıyordum. Beklerken hastanede gönüllü olarak çalıştım. Kaydolduğumda 17, Amerika’ya geldiğimde 19 yaşındaydım.
Önce New York’a geldim. Trenden atladığımda kırdığım burnumu, New York’tan ayrılırsam, ameliyat edip düzelteceklerini söylediler. Herkes büyük şehirde yaşamak isterdi ancak burnumu düzelttirmek için gitmeyi kabul ettiğim Buffalo’da burun ameliyatı yapıldı ve yüzüm düzeldi. Bir ay kadar hiçbir şey yapamadım ama sonra beni işe aldılar.
İki yıl sonra müstakbel görümcem sayesinde, kocam Joseph Fox ile tanıştım. Onlar ailece İsrail’den gelmiş ve kaldığım binanın bir dairesine taşınmışlardı. Evlendik. Orada apartman yöneticisi olarak çalışıyordum. Evlerdeki tamiratlar, ipotekler ve kredilerle uğraşıyordum. Kocam Buffalo’daki Bell Helicopter’de elektrik montaj hattı teknisyeni olarak iyi bir işe sahipti. Buffalo’da ikisi erkek, biri kız, üç çocuğumuzu büyüttük.
Sonra kocamın sağlığı için Tucson’a taşındık, ama o 1997’de öldü. Altı torunumuz ve dört torun çocuğumuz oldu.
Kardeşlerim Sam ve Zigmant kamplardan sağ çıktı. Sam New York’a, Zigmant Arjantin’e taşındı. Ailenin geri kalanına ne olduğunu bilmiyorum. Savaştan sonra onları aradım ama bulamadım.
Hikâyemi anlatmak istedim çünkü insanların unutmasından korkuyorum. Yaşananları asla unutamayız. Bunun bir daha olmasına asla izin veremeyiz.”