Önce Ayşegül Sarıca ardından Arın Karamürsel… 20 gün arayla iki büyük kayıp beni ve tüm sevenlerini çok derinden sarstı. İki büyük piyanist, iki büyük müzisyen Türkiye´nin klâsik müzik dokusunu oluşturmuş anıtsal iki büyük insan… 40 senelik tanışıklık ve hocalıklarıyla benim Ayşegül Abla´m ve Arın Abla´m.
Henüz Ayşegül Sarıca’nın acısına yeni alışırken kaybettiğimiz Arın Karamürsel İstanbul’da doğdu. Piyano eğitimine İstanbul Konservatuarında Ferdi Statzer ile başladı. Orkestrayla ilk konserini 11 yaşında, Mozart’ın No. 24 Do Minör Piyano Konçertosunu yorumlayarak verdi. Daha sonra çalışmalarını 1960’larda Paris’te Academie Marguarite Long’da ve Moskova’da Çaykovski Konservatuvarında yürüttü. Paris’te, sırasıyla Lucette Descaves ve Germaine Mounier ile çalıştı. 1976’da Moskova’ya bu kez aspirantura çalışması için gitti; burada Prof. Dr. Jacob Izakovich Milstein ve Alicia Kezeradze ile çalıştı.
Daha sonra çalıştığı isimler arasında, Marina Ambokadze de yer aldı. Ardından sırasıyla, İstanbul ve İzmir Devlet Senfoni Orkestralarının solisti oldu. Kariyeri boyunca Türkiye’nin yanı sıra dünyanın dört bir yanında, solo ve orkestrayla konserler verdi. Meksika’da 1983’teki konser turnesinde sırasında medya kendisinden “La Dama de las Sonatas” diye söz etti. Karamürsel, Cervantes Festivalinde En İyi Performans Ödülünü aldı. Tony Aubin, Gotthold Lessing, Enrique Batiz, Helmut Thiefelder, Pietr Bronsky, Stefan Marzuck, Gürer Aykal, Erich Bergel, Dimitri Manalov gibi şeflerle konserler verdi; özellikle romantik bestecilere ait eserleri yorumlayışıyla dikkat çekti. Mozart, Beethoven, Schumann, Rachmaninov, Prokofiev, Scriabin’in yanı sıra, Ahmet Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin gibi Türk bestecilerin yapıtları da repertuarının önemli unsurları oldu. Adnan Saygun’un, Yalçın Tura’nın ve Ali Darmar’ın bazı yapıtlarının da ilk seslendirilişlerini yapmıştır.
“Derin müzik anlayışını büyük sevgisinin içinde aktarırdı”
Arın Abla ile çalışmak bir ayrıcalıktı. Hayatımda gördüğüm nadir bembeyaz kalbiyle, büyük küçük herkesi kucaklar, o derin müzik anlayışını o büyük sevgisinin içinde aktarırdı. Rusya’da öğrendiği, ona çok yakın gelen beş parmak tekniğini biz öğrencilerine aktardı. Bestecilerin eserlerinde büyük cümlelere çok önem verir ve müziği bize yaşatırdı. Rusya’daki hocalarının ona aktardıklarını o da bizlere eksiksiz bir şekilde aktardı. Bir piyanist olarak Arın Abla’yı dinlerken onun atmosferine girmek tamamen ses dünyasına geçiş yapmak ve orada müziği tam manâsıyla yaşamaktı. Yorumladığı tüm bestecilerin sanki kendileri olur ve çalarken tüm benliğiyle o eserleri yaşardı.
“Beethoven suratlım” derdi bana, çalarken yüzüm çok ciddileşiyormuş “aynı Beethoven gibi” derdi. Evde bunaldığım zaman hemen beni çağırır hem beni çalıştırır hem de sinemaya gider, uzun uzun konuşurduk. Tout Les Matin du Monde filmine defalarca gitmiş “Yaşamın tüm sabahları geri dönüşümsüzdür” cümlesi üzerine günlerce konuşmuştuk. Çalıştırırken bir kolu ile sarılır diğer eli ile ise elimin üzerinden çalar, müziği derinine hissettirirdi. Böylesine büyük bir kalbi kaybetmiş olmanın derin üzüntüsü içerisindeyim…
Şimdi lâfı, eski arkadaşlarım ve Arın Abla’nın öğrencileri Ezgi ve Hakan Tezonar’a bırakmak istiyorum:
“Arın Karamürsel ile piyano edebiyatının önemli eserlerini içeren barok, klasik, romantik, geç romantik, empresyonist ve 20. Yüzyıl dönemleri bestecileriyle Türk bestecilerinin eserlerini çalıştık. Eserlere yaklaşırken öncelikle eserin notadaki orijinal artikülasyonuna çok önem verirdi. Geniş müzikal cümleleri, anlamlı bir şekilde yorumlamak ve derinlemesine hissederek çalmak ve bunu seyirciye temiz, duru ve parlak bir teknikle ulaştırmak en artistik hedefleriydi.
Piyanonun tuşlarının derinlerine inerek, orkestra gibi volümlü ses alabilmek, piyano tekniğinin önemli özelliklerindendi. Bunun yanında atletik sporcu edasıyla, gösterişli eserlerin hızlı tempolarında, beş parmak parlak tekniğini çok severdi. Bu gibi özelliklerle de 20.yüzyıl modern ve Romantik Piyano Tekniğinin temsilcilerindendi. Böylece Rus ve Fransız okullarını sanatçı bünyesinde sindirmiş bir senteze sahipti aslında. Sahne hakimiyeti ve seyirciyle olan o büyülü diyaloğa da çok önem verirdi. Bu gibi özellikler zaten O'nun sıcak kişiliğinin doğasında da vardı.
Arın Hocamız ile inanılmaz anılarımız var. Bizce yaşamımızdaki en önemli anımız ise evlenmemizdeki ‘kız isteme’ günüdür. Biz Hakan'ın henüz yüksek lisans bitirme sınavları bitirmeden nişanlanmak isteyince, sayın Piyanist Prof. Eduard Zuckmayer’in öğrencisi olmuş, müzik öğretmeni rahmetli babam Mümtaz Nalcıoğlu'nu daha kolay ikna edebilmesi için müzisyen ve meslektaş olarak araya Arın Hocamız girmişti. Nişantaşı'nın meşhur çiçekçisi İnci’den kocaman kırmızı güllerle Göztepe'deki evimize büyük bir gururla, rahmetli kayınpederim Heykeltraş Haluk Tezonar ile geldi. Hiç unutamayız. Kendisinin o günkü heyecanını ve mutluluğunu hiçbir yerde yaşamamıştık. Çok tarihi bir gündü.”
Son söz sevgili hocam ve aynı zamanda Arın Abla’nın hayat arkadaşı besteci Ali Darmar’ın:
“Herkes gibi ben de Arın’ı bir piyanist olarak tanıyordum ancak bir gün bir vesileyle Nişantaşı’nda yolda tanıştık. Daha sonra 23 Nisan 1971 tarihinde ‘Hayal ve Gerçek’ adlı prelüdümü bir konserinde seslendirdi. Bana demişti ki ‘3.bis’ olarak çalacağım ve öyle de oldu. Ön taraflardan bir beyefendi ayağa kalkıp, ‘Bir kez daha çalar mısınız?’ diye rica edince tekrar çaldı. Büyük sevgi doluluğunun içinde aynı zamanda son derece kararlı bir kişiydi. Daha sonra ikimizin de ortak hocası olan Ferdi Statzer’e, Avusturya Kültür Ofisinde düzenlenen bir törenle profesörlük unvanı verildi. Bu törende de Ferdi Bey’in kendisinden istemesi üzerine yine aynı prelüdü seslendirdi. Bu tarihi izleyen yakın bir zamanda artık hayat arkadaşlığımız da başladı.
Piyanistliğinde, yorum gücü, tamperemanı beni çok etkiledi. İyi bir dinleyici, bir piyanistin karakterini çalışından çok iyi anlayabilir. Arın çok verici bir insandı ve çalışı da o oranda çok vericiydi. Teknik olarak büyük bir ön kol kolaylığı vardı. Son derece üst düzey bir piyanistti.
İstanbul’da tamamladığı eğitiminden sonra Paris’e gitti ancak ‘Paris’te çok dağılıyordum, tam olarak disipline giremedim bu sebeple Rusya’ya gitmek istiyorum çünkü orada herkes çalışıyor ben de disipline girebilirim’ demişti. Daha sonra Rusya’ya turist olarak gitti ve altı ay kaldı. 1976 senesinde ikinci defa gitti. O dönemde Rus piyano tekniği çok üstündü. Bir Rus ekolü vardı. Daha sonraki yıllarda dünyadaki piyano tekniği yavaş yavaş Rus tekniği seviyesine geldi. Arın, Rachmaninof’u çok iyi yorumlayan bir piyanistti. Rusya’daki hocaları ‘Rachmaninof’u bizden daha iyi yorumluyorsunuz’ demişlerdi. Rachmaninof’u yorumlaması gerçekten de çok özledi.
Arın’ın bütün canlılara çok büyük saygısı ve sevgisi vardı. İnsanları hep sevdi, hiçbir şekilde kötülük yapmadı, ters bir şey düşünmedi, aksine her zaman çok yardımcı olmak istedi. Hayatı son derece dürüst yaşadı. Sezgileri çok kuvvetliydi. Hem hayata karşı hem de müziğe karşı. Bir bestecinin ne demek istediğini o müthiş sezgi gücü ile son derece iyi anlardı. Benim için çok büyük bir kayıp, çok üzgünüm…”