11 günlük sinema maratonunun ardından, bu yazımda kaliteleriyle öne çıkan üç filmden bahsedeceğim. İsrail sinemasını İstanbul´da başarıyla temsil eden Moshe Rosenthal´in ´Karaoke´si keyifli bir komedi, Ofir Raul Graizer´in ´Amerika´sı bir melodramdı. François Ozon´un ´Suç Bende´si festivalin en komik filmiydi.
İKİSİ İSRAİL’DEN ÜÇ FİLM
Karaoke
42. İstanbul Film Festivali programındaki üç İsrail filminin iki yönetmeni Moshe Rosenthal ile Ofir Raul Graizer filmlerini takdim etmek üzere İstanbul’a geldiler. Festivalin en keyif veren, şaşırtan, komik filmlerinden biri olan ‘Karaoke’ İsrail’in günlük yaşamından gerçekçi kesitler sunan, insancıl mesajlar veren başarılı bir film. Moshe Rosenthal’in senaryosunu yazıp yönettiği filmin konusu Tel Aviv’in modern bir semtinde, lüks bir apartmanda geçiyor. Değişik yaşlardan, farklı kültürlerden gelen apartman sakinleri üzerinden ustalıklı bir insan portreleri resmigeçidi izliyoruz. Film, 46 yıldır evli, yaşlarını almış Tova (Rita Shukrun) ile Meir’in (Sasson Gabay) dümdüz, renksiz, monoton hayatlarını izliyor. Miami’den gelip apartmana yeni taşınan zengin ve hadsiz üst komşuları İtzik’in (Lior Ashkenazi) hayatına karışması yaşlı çiftin yazgılarını değiştiriyor. İtzik kendilerini karaoke geceleri için çatı katındaki lüks dairesine davet edince, Tova ile Meir’in hayatına heyecan gelir.
İtzik’in enerjisi, atılganlığı, karizması ve yaşam tarzı, onların hayata duydukları arzuyu da yeniden alevlendirecektir. Moshe Rosenthal’in iyi düşünülmüş, iyi yazılmış, zengin ayrıntılarla dolu senaryosu, filmin aksamayan sinematografisi, İsrail’in önde gelen iki aktörü, Lior Ashkenazi ve Sasson Gabay’ın ustalıklı performansları eşliğinde, İsrail toplumu üzerine hem acı hem de tatlı tespitleriyle keyifli bir film izledik. Dünya prömiyerini Tribeca Film Festivali’nde yapan ‘Karaoke’ Moshe Rosenthal’in üçüncü uzun metrajlı filmi. Aşk, arkadaşlık, erkeklik, içinde bulunduğumuz hız çağı ve komşuluk ilişkileri temalarının hakkını veren filmini takdim ederken, Rosenthal filmin hazırlık aşamasını anlattı ve izleyicilerden gelen sorulara ayrıntılı cevaplar verdi. ‘Karaoke’ bazı eleştirmenlere göre “doğru notaların tümüne basan gerçek bir hediye”.
Amerika
Ofir Raul Grazer’in senaryosunu yazıp, kurgusunu üstlendiği ve yönettiği ‘Amerika’nın Lars Von Trier’in başyapıtı ‘Dalgaları Aşmak / Breaking The Waves’i (1996) akla getiren bir konusu var. Duygular, çiçekler ve kokularla dolu, şiirsel bir film olan ‘Amerika’, babasının ölümünden 10 yıl sonra Chicago’dan İsrail’e dönen yüzme antrenörü Eli’yi izliyor. Bu kısa yolculuğunda çocukluk arkadaşını ve nişanlısını ziyaret etmeye karar veren Eli, herkesin hayatını kökten etkileyecek bir dizi olayı harekete geçiriyor. İki yakın arkadaş, Eli (Michael Moshonov) ve Yotam (Ofri Biterman) denize girmek için gittikleri kayalık bir sahilde, Yotam’ın geçirdiği kazadan sonra bitkisel hayata girmesiyle film dramatik bir kırılma anı yaşıyor. ‘Dalgaları Aşmak’ta kaza geçiren erkek kahraman eşine, erkeklik görevini yerine getiremeyeceği için başkalarıyla cinselliğini yaşamasında ısrar ediyordu. Yotam nişanlısının kendisinden vazgeçip başkasıyla bir yuva kurmasını ister.
Filmde bir çiçekçi dükkânı ile eski bir manastır arasında, yüzme havuzuyla Akdeniz arasında, yaşamla ölüm arasında, tüm bunların tam ortasında geçen bir hikâye anlatılıyor. 2018 İstanbul Film Festivali’nde ‘Pastacı’ filmini izlediğimiz Ofir Raul Graizer, benzer bir hassasiyetin peşinde, Pedro Almodovar ve Douglas Sirk’ü anımsatan, samimi ve renkli bir melodramla 42. Festival’e geri döndü. Düzgün mizanseni, uyumlu oyuncu kadrosuyla puan toplayan filmi uzun süresiyle eleştirmek mümkün. Bir türlü bitmeyen, sarkan (bol sürprizli) final sahnesi filmin etkileyiciliğini zedeliyor. Prömiyerini Karlovy Vary Film Festivali’nde yapan ‘Amerika’nın oyuncu kadrosunda bir baba-oğul var. Eski tüfeklerden, deneyimli aktör Moni Moshonov’un yetenekli oğlu Michael bu ‘imkânsız aşk’ öyküsünde fedakârlıkta bulunan sevgiliyi oynuyor. İsrail sinemasının programdaki üçüncü temsilcisi Mihal Vinik’in ‘Valeria Evleniyor / Valeria Mithatenet’ adlı filmiydi. Evvelce Antalya Film Festivali’nde yer alan ve Jüri Özel Ödülü’nü kazanan bu filmden ekim ayında söz etmiştim.
Suç Bende
42. İstanbul Film Festivali’nde izlediğim filmlerin en keyifli, eğlendirici olanı François Ozon’un Berlin Film Festivali’nde gösterilen ‘Suç Bende / Mon Crime’i idi. Belki de bu film programdaki 134 filmin en komik olanıydı. François Ozon ‘Peter Von Kant’ın ardından, Fransa’nın süper yıldızlarıyla ışıldayan çılgın bir komediyle geri dönüyor. Dönemin uçuk Amerikan komedilerinden esinlenen Ozon’un ‘Nihayetinde kız kardeşliğin zaferi hakkında’ diyerek tarif ettiği ‘Suç Bende’, iki iyi arkadaş, Madeleine ile Pauline’in etrafında dönen erkeklerin saflık ve aptallıklarından faydalanmalarını konu alıyor.
Georges Berr ve Louis Verneuil’ün tiyatro oyunundan, François Ozon ve Philippe Piazzo tarafından, zeki ve esprili bir senaryoya aktarılan ‘Suç Bende’nin konusu, 1930’lu yıllarda Paris’te geçiyor. İşsiz yakın arkadaşı Pauline’in (Rebecca Marder) yardımıyla Madeleine (Nadia Tereskiowicz) kendini, eylemleriyle takdir edilmesi gereken bahtsız bir kurban olarak sunuyor. Bu iki rolde Marder ve Tereskiowicz, ilk kez ünlü bir yönetmenle oynama fırsatını iyi değerlendiriyor, İsabelle Huppert, Fabrice Luchini, André Dussolier gibi dev oyuncuların yanında ezilmiyorlar.
Filmin açılış sahnesinde, genç, meteliksiz, aylardır ev kirasını ödeyemeyen, yeteneksiz aktris Madeleine Verdier, kendisini rol vermek için davet eden ünlü bir yapımcıyı öldürmekle suçlanır. İşsiz genç avukat, arkadaşı Pauline’in yardımıyla meşru müdafaayla beraat eder. Avukat kadın arkadaşını eylemiyle takdir edilmesi gereken bir kurban olarak sunması jüriyi etkilemiştir. Gerçek su yüzüne çıkana kadar Madeleine için şan ve başarıdan oluşan yeni bir hayat başlar. François Ozon, bu müthiş parodisinde, dönemin atmosferini yansıtan kusursuz mizanseniyle, kadın hakları konusundaki ince taşlamasıyla, dengeli mizahlı neo-noir denemesiyle övgüyü hak ediyor.
Film iki yoksul kahramanının şan ve şöhrete kavuşup para ve iş sahibi olduklarını gösteren iç acıcı bir tonla ‘mutlu son’a doğru yol alırken, Fransızların çok sevdiği ‘coup de théatre’ devreye girer. Madeleine ile Pauline yeni hayatlarının tadını çıkarırken çıkıp gelen, adının Odette Chaumette (İsabelle Huppert) olduğunu söyleyen unutulmuş bir sessiz sinema ve tiyatro oyuncusu hayatlarına karışır: “Çevirdiğiniz oyunların farkındayım. Gerçeği bilen tek kişiyim, çünkü kadınlara sarkmayı adet edinen ünlü yapımcının gerçek katili benim. Benden istifade etmeye kalkınca kendisini öldürmek zorunda kalmıştım. Bana yüklü bir ödeme yaptığınız takdirde bildiğim sırrı mezarıma taşırım” der. Şantaj parasına sahip olmayan Madeleine-Pauline ikilisi zekâlarını kullanıp, karşılarına değil yanlarına aldıkları Odette ile müthiş bir plan geliştirir. ‘Mucize yaratan cinayet’ olarak üç kelimeyle özetlenebilecek film, müthiş bir finalle noktalanır. Bir cinayeti üstlenerek sefaletten kurtulan, hayatları değişen iki kahramanımız, yanlarına şantajcı Odette’i de alarak olayı sansasyon yaratan yeni bir tiyatro oyunu olarak sahneye taşırlar.
Kötü niyetle adaleti aldatmanın ödüllendirilmesi, tecrübesiz bir avukatın sahtekâr müvekkilini beraat ettirmesi tam bir kara mizah örneği. Filmin kahramanı 20. yüzyılın baba katili ‘Kara Melek’ Violette Noziere’e benzetiliyor. Ozon, dönemin tiyatro oyuncularıyla da (İsabelle Huppert üzerinden) dalgasını geçiyor. Hoş bir tesadüf eseri ‘Suç Bende’ de sözü edilen Violette Noziere’in hayatını anlatan aynı isimli Claude Chabrol filminde ‘Kara Melek’i İsabelle Huppert canlandırmıştı. Fransız sessiz sinema döneminin (unutulmaya terkedilmiş) gözde aktrisi, oportünist Odette Chaumette’in saf değiştirme manevraları, riyakarlığı ve fırsatçılığı üzerinden film adalet mekanizmasını da ‘ti’ye alıyor.
Modern feminizmi 1930’ların Paris’ine taşıyan filmi eleştirmenler ‘#MeToo dönemi için bir dönem parçası’ olarak tanımladı. Cinsel saldırı girişiminin kurbanı genç aktris, saldırgan ölü bulunduktan sonra yargılanır ve feminist bir ikon haline gelir. 1930’lardaki mahkemede jüri sırf erkeklerden oluşur. Kadın düşmanı olduğunu gizlemeyen hâkimi ile, Madeleine’in bir haftalık duruşma sekansı eğlendirici. Bir cinayet dosyasını kapatmak telaşıyla başından savan, adaletin yerini bulmasını umursamayan Savcı Gustave Rabussi üzerinden, film adalet mekanizmasına eleştiri oklarını savuruyor. Bu rolde tiyatronun efsanevi ismi Fabrice Luchini harikalar yaratıyor.
Ozon’un en büyük sürprizleri, Fransız sinemasının iki müthiş karakter oyuncusunu, İsabelle Huppert’i 65. dakikada, André Dussolier’yi 105. dakikada devreye sokması. Filmin ikinci yarısında, kıvır kıvır saçları, çarpıcı kıyafetleriyle tabanca gibi bir giriş yapan Huppert adeta herkesten rol çalıyor. Michael Haneke’nin fetiş oyuncusu Huppert, Ozon ile evvelce ‘8 Kadın’ filminde çalışmıştı. Dussolier’yi, Madeleine’in hayırsız nişanlısının babası, iflasın eşiğindeki lastik kıralı M. Bonard rolünde filmin son on dakikasında izliyoruz.