İstanbul geçtiğimiz günlerde kökleri Osmanlı İmparatorluğu´ndan gelen Amerikalı bir müzisyeni ağırladı. Kaybolmaya yüz tutmuş dillerden Ladino´nun neferlerinden biri, şarkıcı-besteci Sarah Aroeste, Savor projesi kapsamında CVK Park Bosphorus Hotel´de izleyiciyle buluştu. İzzet Bana ve Estreyikas d´Estambol´un minik dev yıldızlarının da şarkılarıyla parladıkları gecede, yüzyıllara azimle direnen Ladino şarkılar, küçükten büyüğe tüm seyircileri aynı duyguda buluşturdu.
Kendinizi anlatır mısınız, Sarah Aroeste kimdir?
Köklerim Osmanlı İmparatorluğu'nun derinliklerinde olmasına rağmen, Amerikalı gururlu bir Sefarad Yahudi’siyim. Dedem, Kuzey Makedonya'da, şimdi Bitola olarak bilinen Monastir'de (Manastır) doğdu. Ama o her zaman kendine Türk derdi, ben de ailemin güçlü Türk kökleri olduğunu bilerek büyüdüm. Ailemin Osmanlı’daki hikâyesi beni her zaman büyülemiştir. Bu nedenle yirmi yılı aşkın bir süredir kariyerimi, aile mirasımı, bölgedeki Sefarad Yahudilerinin tarihini keşfederek geçirdim, hepsini şarkılara döktüm. Ben öncelikle bir şarkıcı ve besteciyim. Ve müzik yoluyla Sefarad mirasını keşfediyorum.
Ladino dilinde şarkılar söylüyorsunuz peki Ladino konuşabiliyor musunuz?
Ladino şarkıları akıcı bir şekilde seslendirebiliyorum, ayrıca Ladino okuyup yazan bir besteciyim ama günlük olarak dili konuşabileceğim çok fazla insan yok etrafımda; bu yüzden pek iyi konuştuğum söylenemez. Konuşurken çok utangaç oluyorum ama bu dili çok seviyorum, beni gerçekten büyülüyor. Ladino tarihsel olarak o kadar çok şeyi temsil ediyor, kelimelerle bile o kadar çok hikâye anlatıyor ki, göçleri, Sefarad yaşamını rahatlıkla anlayabiliyorsunuz.
Biyografinizde gerçek tutkunuzun opera değil Ladino olduğunu okudum…
Aslında Klasik Batı Müziği operası okuyordum. Bu sırada bir dizi etkinlikte Ladino müziğini keşfetmiştim. Opera konserleri verdiğimde araya bazı Ladino şarkıları eklerdim, sonrasında seyirciler bana programda en sevdikleri bölümün Ladino müziği olduğunu söylerdi. Ben de onlarla aynı fikirdeydim.
Müziği çok seviyorum; Mozart'ı, Beethoven'ı seviyorum ama bir şekilde Ladino müziği ruhumu çok daha derin ve anlamlı bir şekilde harekete geçirdi ve seyirci de bunu hissetti. Bunun üzerine operadan ayrılmaya karar verdim ve tam zamanlı Ladino müziği eğitimi aldım. Benim için Ladino mirastır, ailedir, köklerdir ve her şeyin bu inanılmaz dilde birleşimidir.
Sefarad Şef Susan Barocas ile birlikte Sefarad müziği, yemeği ve tarihi hakkında sohbetler gerçekleştirdiğiniz 'Savor’ adlı bir programınız var. Bize ‘Savor’u anlatır mısınız?
Sefarad kültürü yüzyıllar boyunca hayatta kaldı. Sürgünlere, sınır değişikliklerine uğrasa da zamana direnen kültürün temel taşları müzik ve yemek oldu. Bu iki unsur, yüzyıllar boyunca, öncelikle kadınlar aracılığıyla taşındı çünkü kadınlar yemek pişiren ve yemek yaptıkları avlularda topluca şarkı söyleyenlerdi. Bu iki eylem birbirine o kadar bağlantılı ki… Kültürleri keşfettiğimizde sıklıkla o kültürün parçalarını ayrı ayrı ele aldığımızı düşünüyorum, bir Ladino konserine gidiyor ya da lezzetli bir Sefarad yemeği yiyoruz ama bunları bir araya getirdiğinizde daha da fazlasını deneyimleyebilirsiniz. İşte Savor tam da böyle bir program, yani yemekle ilgili Ladino şarkılarını ele alan bir proje. Örneğin patlıcan pişirmenin yedi yolu hakkında bir şarkı olan 'Siete modos de guisar la berendjena' eşliğinde patlıcan yemeği yaratan bir şefimiz var. Savor, set bir menü olarak ayarlandı. İçinde meze, iştah açıcılar, ana yemek ve tatlı var. Bu menüde her şarkının bir malzemesi ve Osmanlı’daki kadınlar üzerinden Sefarad tarihini anlatan bir hikâyesi var.
Aynı şekilde yemeğin de bir tarihi vardır. Mesela patlıcandan bahsediyorsak, patlıcan Sefarad hayatında çok önemli yiyeceklerden biri…
Soyadımdan da dolayı sormadan geçemeyeceğim bir albümünüz var: ‘Gracia’. Dona Gracia Nasi’ye ithafen yapmış olduğunuz bir albüm…
Dona Gracia Nasi, sadece Sefarad-Yahudi tarihinin değil, dünya tarihinin de en önemli isimlerinden biridir. 16 yüzyılda yaşamış inanılmaz bir kadın Dona Gracia; çok zengindi. Kendisine kocasından büyük bir servet kaldı. Kocası kripto Yahudileri olarak da bilinen ‘converso’lardandı. Engizisyon döneminde olanlardan kaçmak için Katolik oldular, ancak Yahudiliklerini gizli yaşadılar. Dona Gracia muazzam servetiyle papaları ve imparatorları mali yönden destekledi. Engizisyondan kaçan Yahudileri Osmanlı topraklarına getiren Avrupa çapında bir ağ oluşturarak yüzlerce Yahudi’yi kurtardı. Ben de ona teşekkürlerimi sunmak istedim. Bu yüzden bu albümü hazırladım ve sadece onun için bir şarkı yazdım. Şarkının nakaratı bir Ladino atasözünü içeriyor: “Unos tienen las echas, otras la fama /Bazılarının işleri, diğerlerinin şöhreti var.” Dona Gracia Nasi’nin hak ettiği şöhreti kazandığına inanmıyorum, bu yüzden besteye ikisine de sahip olduğunu söyleyen bir satır ekledim: “Las tienes enjuntas.” Ona gerçekten hayranım, en büyük ilham kaynaklarımdan biri.
En sevdiğiniz albümünüz hangisi?
Bu favori bir çocuğu seçmek gibi ama müziğimde kesinlikle yirmi yılda bir evrim geçirdim. Şu anda sekiz albümüm var ve her birinin kendine özgü bir değeri var. En kişisel projemin iki yıl önce çıkardığım ‘Monastir’ olduğunu düşünüyorum. Büyükbabamın memleketi Monastir'e geri döndüm. Makedon ve İsrailli müzisyenlerle birlikte bazıları kaybolan, bazıları özellikle Yahudi cemaatinde popüler ama insanların bilmediği müziklerden bezeli bir kayıt oluşturmak için çalıştım. II. Dünya Savaşı öncesi Yahudi cemaatinin müziğini kutlamak istedim. Proje, farklı geçmişe sahip Yahudi, Hıristiyan, Müslüman, Amerikalı, İsrailli müzisyenler arasında gerçekten muhteşem bir iş birliğine dönüştü. Bütün albümlerimi sevsem de bu favorim…
Ladino'yu korumak için sayısız çaba içerisinde olduğunuzu görüyoruz. Bunlardan biri de Sefarad temalı kitaplar…
Evet, ilk çocuğuma hamileyken, genç ailelerin ve çocukların bu kültüre erişebilmeleri için yollar bulmam gerektiğini fark ettim. En iyi yolun mümkün olduğu kadar erken başlamak olduğunu düşündüm ve sadece çocuklar için müzik bestelemeye başladım. Bu, yetişkinler için beste yapmaktan farklı... Çok daha basit ve bir çocuğun hayal gücüne uyan kelimeler kullanmalısın. Bestelemeye başladıktan sonra bazılarının kitap da olabileceğini anladım. Bu yüzden birkaç şarkı aldım ve onları başlangıç kitapları haline getirdim; bunlar çok fazla kelime içermeyen ama çok parlak renkler ve özel kelimeler içeren kitaplar. İlkinin adı ‘Buen Shabbat’. Örneğin bir ailenin Şabat için bir araya gelmesiyle ilgili ama kelimelerin arasında Ladino sözler var ki, genç aileler Şabat'ı biraz Ladino ile de kutlayabilsin. Geçenlerde başka bir kitap daha yayınladım: ‘Mazal Bueno’. Böylece insanlar, Yahudi olmayanlar dâhil, görsünler ki, sadece “Mazal tov” demiyoruz, “Mazal Bueno” da diyoruz yani Sefarad tarzında.
500. Yıl Vakfı organizasyonunda düzenlenen geceye katılan Sarah Aroeste daha önce birkaç kez İstanbul’a geldiğini, bu şehre her geldiğinde büyüsüne kapıldığını, burada olmanın bir tarih kitabı içinde olmak gibi hissettirdiğini ve bunu ne kadar sevdiğini söylerken samimiyeti görülmeye değerdi.
SA:“İstanbul gibi başka bir şehir yok, baktığınız her yerin çok eski ve tarihle dolu olduğunu bildiğiniz bir şehir. Yemekler, kokular, şarkılar ve tarihi mekânlar arasında olmak beni büyülüyor. Sinagogda olmayı ve aynı zamanda müezzin sesini duymayı seviyorum.”
SA: “Bugün Ladino’da çocuklarla çalışan çok az insan var, bu yüzden İzzet Bana'ya yaptığı çalışmalardan dolayı her zaman hayran olmuşumdur. Kendisini neredeyse yirmi yıldır tanıyorum. Onunla ve çocuklarla İstanbul'da performans sergilemek her zaman hayalimdi ve bu gerçek oldu.”