Holokost´u çağdaş bir bakış açısıyla ele alıyor.
Edebiyatla sinemanın bu parlak buluşması bizleri Auschwitz komutanının ailesiyle yaşadığı kampın bitişiğindeki bahçeli eve götürüyor. Jonathan Glazer’in görsel yaklaşımı, hassas, olgun, sert mizanseni, Martin Amis’in romanının özünü ve yoğunluğunu yakalıyor. Bu kan dondurucu film izleyiciyi insanlığından utanma noktasına götürüyor.
76. Cannes Film Festivali’nin iki favorisinden biri, Jonathan Glazer’in ‘İlgi Alanı / The Zone of Interest’ ikincilik ödülü sayılan Grand Prix’yi (Büyük Ödül) kazandı. Festivalin üçüncü günü, 19 Mayıs’ta filmin konusundan esinlendiği romanın yazarı Martin Amis’in gırtlak kanserinden vefat ettiği haberi geldi. Amis’in 2014 tarihli romanından alınan film, edebiyatla sinemanın buluşmasının parlak bir örneği. Nazi vahşeti ve dehşetini yansıtan bu satirik romanın, Hitler ve metresi Eva Braun’un aşkını işleyen bölümü devre dışı bırakılıyor ve sadece romanın üç karakterinden biri olan Rudolf Höss konu oluyor. Film bizleri Auschwitz-Birkenau Kampı komutanı Rudolf Höss ve eşi Hedwig’in beş çocuklarıyla rüya gibi bir hayat sürdürdükleri kampın bitişiğindeki bahçeli, havuzlu eve götürüyor.
Jonathan Glazer’in görsel yaklaşımı, hassas, çarpıcı, olgun, berrak ama sert mizanseni, Martin Amis’in romanının özünü ve yoğunluğunu yakalıyor. Glazer, son derece ürkütücü, dramatik, cüretli ve kışkırtıcı filmiyle kötülüğün bayağılığı ve sıradanlığını resmederek, özgün ve tüyler ürpertici bir soykırım dramasına imzasını atıyor. Provokasyondan uzak durmaya özen gösteren bu kan dondurucu, zorlayıcı, rahatsız edici ve düşündürücü film izleyiciyi insanlığından utanma noktasına götürüyor. Filmin başarısı, kötülüğün, zulmün bayağılığını, 1 milyon kişinin can verdiği Auschwitz’in gaz odalarında değil, Höss ailesinin günlük sıradan hayatında gizlendiğini gözlere sermesi.
Kâbus üzerine inşa edilmiş ev
Roman ve film adını Auschwitz’i çevreleyen 40 kilometrekarelik alana Almanların verdiği isimden alıyor. Tek bir şiddet sahnesine yer vermeyen film, nehrin sularında yüzen küller, evin üst katından gözüken kampın çatılarıyla yaşanan akıl almaz dehşeti hissettiriyor. Film ele aldığı konuyu işlemedeki yöntemiyle Laszlo Nemes’in 2015 tarihli başyapıtı ‘Saul’un Oğlu / Saul Fia’yı akla getiriyor. O filmde Holokost dehşeti üzerine tek kare yoktu. Temerküz kampında yaşanan dehşet sadece ses kayıtlarından naklediliyordu. ‘İlgi Alanı’ Auschwitz’de yaşananları bahçe duvarının üstünde gördüğümüz fırınlardan çıkan dumanla aktarılıyor. Holokost’u çağdaş bir bakış açısıyla yeniden ele alan ‘The Zone of Interest’, Nazi dehşetini dolambaçlı bir yoldan anlatan klasik ‘Schindler’in Listesi’ ve ‘Hayat Güzeldir’ gibi fantastik Holokost filmlerine hiç benzemiyor. Rudolf (Christian Friedel) ve Hedwig Höss (Sandra Hüller) denetiminde basit bir aile pikniği sahnesiyle başlayan film, ailenin kamptan çiçekli bir duvarla ayrılan konutunda, kampa hiç girmeden, sadece ailenin günlük hayatını takip ederek, dehşeti elle tutulur hale getiriyor. Hedwig resmi olmayan ‘Auschwitz Kraliçesi’ unvanının kendini beğenmiş bir şekilde keyfini çıkarıyor. Kapalı bir dünyada aile hayatı tüm akıl almaz işlevsizliğiyle devam ediyor, Alman kadınlar dedikodu yapmak için bir araya geliyor, dışarıdan gelen çığlıklar ve silah seslerine alışık olunduğu için tepki verilmiyor. Amis - Glazer ikilisi Höss ailesinin hayatlarını ne kadar anlaşılmaz bir ortamda memnuniyetle yaşadıklarını gösteriyor, ancak bunun sebebini, neden ve nasıl bu şekilde yaşadıklarını asla söylemiyor.
Dehşeti görmezden gelen, bir katliama karşı duyarsızlıklarına hayret ettiğimiz karı-koca, kötülüğün kendilerini korkutmadığını gösteriyor. İnsan ahlaksızlığının derinliklerine bakan ürkütücü filmde hiç kimse öfkeli, kızgın değil. Gündelik rutine odaklanmış Jonathan Glazer tek bir ceset göstermeden, zulmün gelişigüzelliğini yakalayıp, kitle histerisinin nasıl ortaya çıktığına dair sarsıcı bir anlatım sunuyor. Hannah Arendt ‘kötülüğün sıradanlığına’ odaklanıp, Yahudilerin toplu katliamına ‘nihai çözüm’ gözüyle bakan Adolf Eichmann’ı Üçüncü Reich’in kurallarına uyan, emir uygulayıcı, vasat bir insan olarak göstermişti.
Bir kâbusun ardındaki insan ruhunun hastalığına işaret eden ‘The Zone of Interest’ cinayet ve soykırımdan hiç bahsetmiyor. Kampın içinde neler olduğu ekrana getirilmiyor, ama daha korkuncu, dehşeti hayal edip bu insanlık ayıbı yüreğimize yumruk gibi oturuyor. Adolf Eichmann’ın kendisine verilen emirleri uygulayan sıradan bir insan olarak kabul eden Arendt ‘kötülüğün sıradanlığı’ tezini ortaya atmıştı. Romanın yazarı Martin Amis, senaryo yazarı Jonathan Glazer ikilisi ‘The Zone of Interest’te aynı yorumu paylaştığını gösteriyorlar. Glazer Polonya’da Almanca çektiği filmde Nazilerin kullandığı grameri senaryosuna yerleştirerek filmi daha gerçekçi kılmayı hedefliyor.
Film gösterisinden sonra basın konferansında Jonathan Glazer, “Bu insanları canavar olarak göstermemek önemliydi. Bunu diğer insanlara bulaştıranlar yine insandır. Filmin amacı her birimizin içinde var olan şiddetin kapasitesini göstermektir” dedi. Pastoral ortamdaki evin bahçesini sınırlayan duvarların arkasında fırınların ve kurbanları getiren trenlerin dumanı sürekli ekrana geliyor. Filmde yapay ışık kullanılmadan, her odaya önceden yerleştirilen kameralarla uzaktan çekim yapıldı, oyunculara doğaçlama yapma özgürlüğü tanındı.
Hesaplanmış kötülük
Nazi filmlerinde Almanlar genelde Makyavelist, karikatürize, vicdan azabı çeken asker ve bürokratlar, duyarsız canavarlar olarak tasvir edilir. ‘The Zone of Interest’te sıradan insanlar olarak takdim edilen karı-koca Höss’ler aynı zamanda vicdansız, zalim ve antisemittir. Rudolf Höss evini ‘her zaman hayalini kurduğumuz şehir dışında hayat sürdürdüğümüz bir yer’ olarak tanımlar.
Pawel Pawlikowski’nin ‘İda’ ve ‘Soğuk Savaş / Cold War’ı, Charlie Kaufman’ın ‘Her Şeyi Bitirmeyi Düşünüyorum / I’m Thinking of Ending Things’ filmlerinden tanıdığımız Polonyalı görüntü yönetmeni Lukasz Zal, açık tondaki soğuk fotoğraflarıyla Glazer’in mizansenine hizmet ediyor. Lukasz Zal sabit planlarla, hareketsiz bir kameradan, aile toplantılarından, çocuk kavgalarından, yatma öncesi okunan kitaplardan, at gezilerden oluşan, sıradan bir hayat manzaraları sunuyor. Büyük önem taşıyan ses tasarımcılar Johnny Burn - Max Behrens ikilisi, müzik partisyonuyla besteci Mica Levi teknik kadronun öne çıkanları.
Filmin müziklerinde, sahne adı Micachu olan İngiliz kadın şarkıcı, söz yazarı, yapımcı ve besteci Mica Levi’nin filme katkısı büyük. Levi ürkütücü müzik partisyonuna, hayatta kalan Alman-Polonyalı Yahudi tarihçi Joseph Wulf tarafından bestelenen bir şarkıyı da dâhil ediyor. Ancak Wulf, savaş sonrası Alman yetkililerin tarihin yalnızca seçilmiş bir bölümünü nakletmelerini izlerken, umutsuzluğa kapılarak intihar etmişti. Film, Mica Levi’nin ses bandından, bir dakikalık siyah ekranda, bozuk siren ve çığlık seslerini akla getiren garip motifli müziğiyle açılışını yapıyor.
Oyuncu kadrosunda, Hedwig Höss rolünde karizmatik Alman aktris Sandra Hüller, Nazi rejiminin kendisine sunduğu konforun tadını çıkaran komutan eşini canlandırıyor. Rudolf Höss’te, Michael Haneke’nin Altın Palmiyeli filmi ‘Beyaz Bant / Das Weibe Band’da (2009) okul öğretmenini oynayan Alman aktör Christian Freidel, soğuk, hissiz, mesafeli gözde komutan rolünün hakkını veriyor. Friedel’i daha önce Jessica Hauser’in ‘Amour Fou’ (2014), Oliver Hirshbiegel’in ‘Elser’de (2015) izlemiştik.
Uluslararası Sinema Yazarları Birliği (FİPRESCİ) ‘The Zone of Interest’i 76. Festival’in En İyi Filmi olarak seçmelerinin gerekçesini şöyle açıkladı: “Biçimsel radikalliği, ses ve müziklerin karmaşıklığı ve duvarların arkasındaki görünmez vahşetle sözde cennetin zıtlığı, dehşeti olağan bir şeymiş gibi sunarak, cehaletin geçmişi günümüzle birbirine bağlayan bir hastalık olarak yansıtılması.” Jonathan Glazer Auschwitz’i ziyareti sırasında Rudolf Höss’ün ikametgâhından etkilendi, Auschwitz Müzesiyle iş birliği yaptı, hayatta kalanların verdiği ifadelerin arşivlerine erişme izni aldı. Ana çekimlere 2021 yazında olayın geçtiği yerde başladı. Glazer “Komutanın evinin ve bahçesinin kampa yakınlığı beni hayrete düşürdü” demişti.
1965 Londra doğumlu yönetmen, senaryo yazarı, yapımcı, aktör Glazer kariyerine tiyatroda başladı. 20 yılda sadece dört film yaptığına göre üretkenliğinden bahsetmek mümkün değil. İlk üç filminin uluslararası festivallerden ödülü yok. İlk filmi ‘Seks Canavarı / Sexy Beast’ (2000) gizemli, cinayetli bir dramdı. Jean-Claude Carriere’in senaryosunu yazdığı, Nicole Kidman’ın oynadığı ‘Doğum / Birth’ (2004) gizemli bir fantastik dramaydı. İskoçya’da geçen konusuyla uzaydan gönderilen güzel bir kadının (Scarlett Johansson) erkekleri öldürdüğü bilimkurgu draması ‘Derinin Altında / Under The Skin’ (2013) sinir bozucu bir korku filmiydi.
Glazer dördüncü filmiyle Cannes’a ilk kez katılıyor. Bu son derece sert, olgun, hassas ve ironik filmi Rotten Tomatoes, “Korkunç suçlara ortak olan insanların sıradan varoluşuna tarafsız bir şekilde inceleyen film bizi affedilmez bir vahşetin ardındaki sıradanlığa soğuk bir bakış atmaya zorluyor” olarak değerlendirdi.