Hiç çok düşünmekten kafanız yandı mı? Yandıysa duman çıktı mı? Çıktıysa etraf koktu mu? Çıkan kokuya oda spreyi sıktınız mı? Alkolle buluşan yangın coştu mu? Coşan yangına su tuttunuz mu? Cozlayan kafanız düşünmekten vazgeçti mi? Ben kafasına daima su tutmaktan mustarip birisiyim. Çok soru soruyor ve az cevap alıyorum. Bu yazımda sizi zihnimin içine, düşünmeye ve kendi sorularınızı üretmeye davet ediyorum. Hiçbir şekilde bilimsel aktarımlar, sosyolojik etmenler üzerinden başıboş çıkarımlar yapmayacağım. Yazımı; soru sormaya devam ettiğim takdirde, salt “hiçlik” ile karşı karşıya kalacağımı öngören bir arkadaşıma armağan ediyorum.
Her yıl dünyanın en meşhur, en şatafatlı onur yürüyüşlerinden birine ev sahipliği yapan Tel Aviv’de, yine cıvıl cıvıl sahnelere tanık olduk geçtiğimiz hafta. Bu koordinasyonda büyük bir kesim tarafından çok ciddiye alınarak haziran ayı boyunca kutlamalar düzenleniyor. Bu kutlamalara LGBTQ mensupları ve arkadaşları, varoluşlarının altını çizmek amacı başta olmak üzere, eğlenmek, bu rengarenk şölenin bir parçası olmak için eşleriyle, çoluk çocuklarıyla yürüyüşlere katılıyor, sahil boyunca akıp gidiyorlar.
Toplumun bütününün anlayamadığı, bazılarınınsa reddettiği bu akımdan yola çıkarak varoluşsal bir sorgulamayı ele alacağız sizinle. Samimi bir itirafta bulunayım; konuya nasıl gireceğime ve konuyu nereye bağlayacağıma dair en ufak bir fikrim yok. Sadece değerli okurlarla birlikte sarsıntılı bir beyin fırtınası yapmayı amaçladığımı biliyorum.
“Ben buradayım! Beni duy! Beni gör!”
Haftama, hemen hemen herkesin ortak paydası, sistemin en işlevsel araçlarından biri olan bu insani içgüdüyü sorgulayarak başladım. Onur yürüyüşlerinin gerçekleştiği geçtiğimiz günlerde, bir iş arkadaşım kısaca; kendisi sokaklarda eşine olan sevgisini haykırmazken neden başkalarının bunu yapma ihtiyacı duyduğunu anlamadığını söylemişti. Bana çok güzel bir soru sormuştu: Neden bağırınıyorlardı? Benliklerinin çok doğal bir dışavurumu olan bu minik, çok minik detayı neden büyüteç altına tutuyorlardı? Neden sokaklarda darp edilme, tartaklanma pahasına bu savaştan vazgeçmiyorlardı? Bu sorunun cevabını biliyordum. Çok sadeydi, anlatabilirdim. Evrensel bir toplum varsa eğer, birlik ve beraberlik içinde yaşayabilmek için farklılıklarımızı dile getirmek, gerektiğinde bu uğurda sonuna kadar mücadele etmek boynumuzun borcuydu. Stonewall ayaklanmalarından* önce bastırılmalara boyun eğmek eşcinsellere hayati tehlike arz ediyordu. En basite indirgendiğinde bu kimselere kafelerde bir bardak su dahi servis edilmiyordu. Toplumun bir parçası olabilmek için “Ben buradayım!” diye bağırmak gerekiyordu.
Toplumun böyle bir dinamik üzerine kurulduğunu biliyordum. Hepimiz birbirimizden farklı bazen de üstün olma cüretini gösteriyorduk. Bu da insanlığın devamını sağlayan bu kurulu düzenin bir parçasıydı. Ortak bazı değerler vardı ve biz benimsediklerimizin üzerine karakterimizi inşa ediyor; ona ait oluyorduk. Hayat doğal akışında ilerliyordu. Sözde farklılıklarımız kafamda bir başka sorunun belirmesine sebep oldu: “Aidiyet duygusu kişisel hayatın işleyişine nasıl bir kolaylık sağlıyordu? Ait olmak benliğimiz için neden bu kadar önemliydi? Biz neden uğruna savaşlar verdiğimiz bu farklılıklardan taraf oluyorduk?”
Neden bir dine mensup olmayı derinlemesine benimsiyorduk? Nasıl milliyetimiz uğruna göz kırpmadan hayatımızı feda edebiliyorduk ya da edebilirmiş gibi hissediyorduk? Kimliğimizi nasıl politik görüşümüzün içine hapsedebiliyorduk? Neden cinsel eğilimimizden bahsederken “Ben gür kaşlı ve asla mavi bluz giymeyen filanca eşcinsellerdenim” şeklinde nokta atışı bir etikete ihtiyaç duyuyorduk? Bu noktada kafamın hafiften yanmaya başladığını hissediyordum.
Kafamdaki yangının bu safhasında kendim için istediğim tek şey ait olmadığım, etliye sütlüye karışmadığım bir yaşamın mümkün olup olmayacağını bilmekti. Etliye sütlüye karışmamak suç muydu? Kimse elini taşın altına koymasaydı eğer; belki bazı büyük ayaklanmalar meydana gelmeyecek, bazı devletler yıkılmayacak, bazı görüşler asla değişmeyecekti, teknoloji belki asla ilerleyemeyecekti. Bu takdirde; kuş bakışı baktığımızda, bakıp da bütünü görebilseydik eğer, bu değişimler, bütünü iyi veya kötü yönde etkileyebilirler miydi? İyi ya da kötü olarak adlandırdığımız bu kavramlar ahlaki değerlerimizi baz alarak görece analiz edebildiğimiz olgulardan ibaret değiller miydi? Anlatmak istediğim; serseri meteor parçaları dünyamızı bombardımanlarken, bir sürü canlının soyunun tükenmesine sebep oldukları için bulutlar yas tutmuşlar mıydı? Yoksa bu olay da sonsuzluğun içinde meydana gelebilecek sonsuz olasılıktan sadece bir tanesi miydi?
Ben kafamdaki enkaza bakakalmışken, sonsuz olasılık fikri aklıma yatıp uzandı. İçinde seyrettiğimiz bu akışta tesadüfi olaylar meydana geliyor, tesadüfi sonuçlar doğuruyorlardı. Ezelden beri sonsuz sayıda olasılık, sonsuz sayıda sonuca sürülmeye devam ediyordu. Bu şeklide baktığımızda ahlaki değerlerimiz çerçevesinden hayatı gözlemek pek anlamsız değil miydi? Birtakım olguların bizde yarattığı duyguları benimsemek bütünü anlamaktan bizi sadece uzaklaştırırdı. Bütünü bilebilmek imkansızdı ve belki biz gerçeğin yanından bile geçmiyorduk. O zaman etliye sütlüye karışmamak kesinlikle suç değil diyebilirdik. Ben oy kullanmak zorunda değildim, ille de inanç sahibi olmak zorunda değildim, benimle aynı düşünceleri paylaşmayan kişilere “Ben buradayım! Beni duy! Beni gör!” diye bağırmak zorunda değildim. Hatta bu bilinmezin içinde sürüklenip giderken hiçbir şeyi kişisel algılamamalıydım. Fakat algılamayı da seçebilirdim. Aynı şekilde sizler de gönlünüzce ait olabilir, hayatı acayip kişiselleştirebilirsiniz.
Son cümlemi açıklığa kavuşturacak son sorum kendimeydi. Bu bilinmezin içinde neyi biliyordum?
Madem ki kendimce “hiçliğe” toslamıştım, kendime neyi bildiğimi sormalıydım. Bildiğim tek şey vardı; o da bendim. Hayatı hiçlikle suçlayabilirdim ama ben bir şeydim ve bu şey benim hayatımdı. Bu “hiçliğe” kendi anlamımı yüklersem kimseyi kızdırmazdım. Bu nüansla istediğim kadar oynayabilirdim; Krişna’lara katılmayı seçebilirdim, kendimi bilime adayabilirdim, dünya barışı için şarkı yazabilirdim, belli bir eşyanın bana uğur getirdiğine inanabilirdim, dağların arasına yerleşip aklımı yitirene kadar bu konunun üzerine düşünebilirdim, bu yazıyı çok güçlü bir argümanla bitirebilirdim, herkes beni alkışlayabilirdi, imzalı fotoğrafımı isteyebilirdi… Tüm bunlar benim için anlamlı olurdu aynı zamanda da hiçbir şeyin bir anlamı yoktu. Belki de ben bir olgunun anlam taşımasının ne demek olduğunu bilmiyordum ve sormam gerekiyordu…
*Stonewall ayaklanmaları, ABD'nin New York şehrinin Greenwich Village semtinde yer alan Stonewall Inn adındaki bir bara 28 Haziran 1969'da yapılan bir polis baskınından sonra başlayan bir dizi gösteri ve direniş eylemleridir. Bu gösteriler ABD tarihinde eşcinsellere ve cinsel azınlıklara baskı uygulayan bir sisteme karşı ilk açık direniş olarak tanımlanmaktadır. (Kaynak: Wikipedia)