“Şu katedralin kulesi tam 33 metre! Neden 33 metre biliyor musun? Bilmen de gerekmez ancak şunu iyi bil ki o kulenin şehrin birçok camisinin minaresinden daha heybetli daha büyük olduğunu göremiyor musun? Neymiş efendim özgürlükmüş! Bundan âlâ özgürlük mü var?” diye sordu Dimitri.
Her daim büyüsüne kapıldığım güzelim şehir İzmir, özel ilgi duyduğum ve araştırdığım 1870-1922 yılları arasının İzmir’i… Sosyal yaşantısı, kültürü, siyasi yapısı, insanları, soluduğu havası, bu konuda ne bulursam okumamla iflah olmaz bir İzmir aşığı olan ben ve bu kez beni bulan, bana gelen ve kendini okutan bir kitap, bir İzmir romanı “Çalmak Ne Kadar Kolay” dedi Dimitri ile sizlerle birlikteyim. Bibliobibuli ben, şerefyap oldum.
Roman yazma sanatı hayal gücü gerektirir, yaşama dair birikim, duygularını eritebileceğin kocaman bir pota sahibi olmayı gerektirir ki o potayı hallaç pamuğu gibi atabilesin o romanı yazarken… Romanındaki karakterlerini ana karnına düşürürsün, doğurtur, büyütür, yaşatır, hayattaki amaçlarını yerine getirtir ve ebediyete yolcu edersin ya da olmadık bir yerde bu devridaimi kesiverir okuyucuyu sonrasını hayal gücüyle tamamlama zorunda bırakırsın. Hangi yolu seçersen seç roman yazmak donanımlı bir yazar olmayı gerektirir. Kimi yazar ilk romanında olmaz, eksik kalır, tamamlanmaz. Kimi yazar ise olmuştur, tastamamdır, ruhunu akıtır satırlarına ilk romanının ve bir sonraki aşamaya hazır olarak okuyucunun karşısına çıkar. M. Celal Ersoy ilk romanı “Çalmak Ne Kadar Kolay” dedi Dimitri ile tamamdır, olmuştur bir sonraki aşamaya hazırdır. Zira ruhunu, zira donanımını, duygularını, bilgisini edebi açıdan varını yoğunu ilk romanında okuyucusuyla paylaşmaktan çekinmemiştir.
Yahudi Avram, yazarın ters köşesi ve Avradimi
Bibliobibuli’yi sürekli takip edenler bilir; araştırma alanım Yahudi kültürü ve edebiyatı. Mümkün olduğunca bu alandaki okumalarımı yazıya döküyorum dolayısıyla çok özel bir kitap olmadıkça araştırma-okuma-yazma çizgimi bozmuyorum. Mutlaka içinde araştırma alanıma dair bilgiler içermesini de şart koşuyorum yoksa çok dağılacağım biliyorum. “Çalmak Ne Kadar Kolay” dedi Dimitri romanı bir Yahudi kültürü romanı değil ancak içinde bir Yahudi karakteri var; Avram Efendi. Şalom Gazetesinde yayınlanan tefrika romanımın bir bölümünde Avram Besim Efendi vardı, okuyanlar hatırlayacaktır elbet okurken dikkatimi çekti bu karakter. Avram romanın ana karakterlerinden biri olarak altıncı bölümde sahneye çıkıyor. Okuyucu Avram’ın hikayedeki yerini bir anda tanımlayamıyor çünkü yazar Avram’ı şehrin en zenginlerinden biri bir ‘tefeci’ olarak tanımlıyor ve okuyucuya ters köşe yapıyor. Geçmiş Yeşilçam senaryolarında, sahnede ve geniş toplum öykülerinde, romanlarında rastlanan bir klişe bir olumsuz tanımlamayla karşı karşıya olduğunu düşünüyor okuyucu ki yazar Yahudi Avram’ı hızla ana kahraman Dimitri’nin “hayat mentoru” haline getiriyor. Öyle ki Yahudi Avram’ın bu dünyadan ayrılıp Dimitri’yi yalnız bırakmasından sonra romanın sonuna kadar her dönemde “Avram yaşasaydı şöyle tepki verirdi. Avram olsaydı şöyle yapmamı isterdi” gibi cümlelerle Avram’ı okuyucunun zihninde canlı tutuyor.
“Hayata” diye kadeh kaldıran Avram’ın söylediği ne kadar da doğruydu. “Hayat, sen nelere kadirsin” diye kadeh kaldırdı Dimitri.
“Avram ile olan yakınlığı ilerledikçe yeni iş alanlarına olan ilgisi de artmaya başlamıştı.”
“Avram ve Dimitri şimdi yarısından fazlasına sahip oldukları firmayı önce düşük faizle borçlandırdılar. Bir sene sonra, Katya ile evlilik yıldönümlerinden hemen sonra da firmanın tamamını ele geçirdiler. Limanda Acentenin panolarının “Avradimi” olarak değiştiğini fark eden Filippos, kısa süre sonra gerçeği öğrendi.”
“Çok sevdiği eşi Rakel’i kaybedeli zaten başucunda sabaha kadar bir mum yanardı. Gece olduğunda içini derin bir hüzün kaplar, yatak odasının deniz gören terasında her zaman olduğu gibi viskisini yudumlar ve kendi kendine konuşup dururdu. Parası kadar yalnızlığı da fazlaydı ve sadece Dimitri ona yeniden hayatta olduğunu hissettiriyordu… Dindar bir Yahudi değildi ancak gençliğinden beri varoluş amacını sorgulayan bir bakış açısına sahipti.”
Kraemer Palace, 1922 yangınında yok oldu
Dimitri ve hayatın amacı
Romanın ana kahramanı Dimitri… Ailesi, yaşamı, tarzı, tavrı, kaşı, gözü hakkında bir şeyler yazmayacağım bunları zaten romanı okurken öğreneceksiniz ancak karşınıza tek bir argüman bırakacağım ‘fakirlik’. İnsan yoksulken, insan yoksunken ve büyüme çağındayken hayatın anlamı çerçevesine neyi yerleştirir? Elbette ‘parayı’. Hayatın amacı ne olur? Paraya ulaşmak tabii… Sonuç: “Para mutluluktur”. Dimitri’nin erken yaşlarında oluşturduğu bu kişisel sloganı, yaşamına tanıklık edecek olan okuyucuyu epey düşündürecek. Değişimler, dönüşümler, yaşanmışlıklar ve varlık oluşturma çabasında Dimitri ve sloganını ara vermeden takip etmek isteyeceksiniz. Romandaki diğer karakterlerin iç içe geçmiş hayatlarını 33 bölüm halinde, tarihi ve sosyal türde bir kurgu ile kimi zaman romantik ancak çoğunlukla realistik bakış açısıyla veren, katman katman açarak inceleyebileceğimiz nehir akışında bir roman var karşımızda.
“Her Pazar ayininde kilise tavanında resimlere bakarak yalvardığı meleklerin ona bir gün yol göstereceğini ümit ederdi.”
Katmanlar arası dramaturjik geçişler
Yazar, romanında ‘zamanla’ dilediği gibi oynuyor. Bazen yıllar çok hızlı geçiyor bazen ise yavaş yavaş, verilmek istenen o özel olayı bekletiyor okuyucuya. Bu romanın bir ritmi var. Kimi zaman heyecanlı, aceleyle bir yere yetiştiriyor okuyucuyu kimi zaman da aheste çekiyor kürekleri Göksu’da sandal sefasına çıkmışsınız gibi… Işıldayan cümlelerin keyfini çıkartıyorsunuz. Yazar M. Celal Ersoy, yazma sanatını besleyen senarist, oyuncu, sinematik ve teatral aklını doğru yerde ve doğru zamanda kullanarak okuyucuyu hayalinde akıcı bir dönem filmi içerisinde dolaştırıyor. Dimitri’nin hayatına tanıklık ederken kendinizi Çanakkale Savaşı’nda, Mustafa Kemal’den haberdar olarak, Yunan işgalinde, Kuvâ-yı Milliye hareketi içerisinde buluveriyorsunuz. Hırs, tutku, aşk, ihtiras, nefret gibi insani duygularla birlikte insani hataları aynı potada eritebiliyorsunuz ve bundan insanca bir keyif alıyorsunuz. Romanın katmanları arasındaki dramaturjik geçişleri başarıyla gerçekleştiren yazarın okuyucuyu çekmek istediği bir perspektif var, direnmeyin! Kendinizi yazarın kalemine bırakıverin. Emin olun kitabın cümleleriyle çekilen filmi locadan seyredeceksiniz.
1920'lerde bir aile fotoğrafı
Özünden koparılamayan cümleler
Roman okurken yazarına dair ipuçlarını bulur buluştururum. Bakın ne buldum!
“Lidya’m sen bize az müsaade ediver dedi Ilıcalı Şerafettin. Lidya istemeye istemeye yanlarından kalkıp içeri geçti. “Hatunu da gönderdik. Bize kızdı mı dersin? Lidya’m iyidir ama saman alevi gibidir kızgınlığı. Ben gider bilahare gönlünü alırım. Sen hele anlat bakalım şu meseleyi? dedi Ilıcalı Şerafettin.” Oluşturduğu karakterin iyiliğine ya da kötülüğüne bağlı olarak yazarın yükleyeceği duygular değişecektir elbette ancak Ilıcalı Şerafettin’in Lidya’yı Ali ile yalnız konuşabilmek için odadan göndermesinin ardından üzülmesi sadece roman karakterinin değil yazarının da orada odadan çıkan kadının üzüntüsüne empati yaptığını gösteriyor. Kaldı ki birçok kötü olduğu düşünülen karakterde de bunu tespit edecektir okuyucu her kötü karakterin iyicil bir tarafı var. Romanın yazarının dünyaya bakışı iyicil çünkü fazlalıklarından arınmış, “kendini bilir” olmuş çünkü! Kocaman bir artı puan bu okuyucunun ruhunda!..
Birikme, biriktirme ve kendi olma
Roman içerisinde “Çalmak Ne Kadar Kolay” dedi Dimitri cümlesinin nerede geçtiğini ve yazarın bunu neden kitabın adı olarak seçmeye karar verdiğini bulmayı siz okuyuculara bırakıyorum. Öylesine naif öylesine iç acıtıcı bir neden ki, orada bir durup düşüneceksiniz.
Roman karakterlerinin hepsi birbirinden iyi tasarlanmış ancak öyle biri var ki dikkate özellikle değer buluyorum: ‘Ilıcalı Şerafettin’. Roman bir film haline geldiği taktirde, senarist olarak ben Ilıcalı Şerafettin çerçevesinde yakın siyasi tarihimizin tıpkı romandaki nehir akışında olduğu gibi usta bir kurguyla filmde de seyirciye aktarılabileceğini düşünüyorum. Daha da ileri giderek yönetmen şapkamı takıyorum ve oyunculuk eğitimi almış yazarı “Ilıcalı Şerafettin” rolüne yakıştırıyorum. Bir oyuncu olarak da yetişkin Katya rolünü kendime kaftan olarak biçiyorum. Ve diyorum ki: Bu romanın İngilizceye çevrilip dünyaya açılması, takiben de filminin yapılması elzemdir. Nokta.
Bu roman sadece yazarının üç senelik bir araştırmasının sonucu değil bu zamana kadarki yaşanmışlıklarının, birikmenin, biriktirmenin ve “kendi olmasının” da bir karmasıdır.
İnceleme yazıma yazarın cümleleriyle veda etmek istiyorum:
“Dimitri, çocukluğundan beri Türklerin saygı anlayışına gıpta ederdi zira ne büyüdüğü evde böyle bir saygıyı görmüş ne de Avram’ı tanıyana dek ona bu saygı anlayışı öğretilmişti”.
Saygıyla, sevgiyle, Bibliobibuli’den dostlukla…