Burcu Sunar Cankurtaran*
Bu, Şalom’daki ilk yazım. Çok heyecanlı ve mutluyum. Kaderin türlü cilveleriyle, masamın başına şevkle kurulmuş, bu yazıyı yazabiliyor olmanın verdiği keyfi kelimelerle tarif edemem.
İlk yazının heyecanıyla konuyu biraz kişiselleştirmeme izin vereceğinizi umuyorum. Anlatmak istediğim çok şey var. Bu sayfalar elverdikçe, konuşacaklarımız, paylaşacaklarımız, tartışacaklarımız, birbirimize sunacağımız katkılar, beni şimdiden, belki abartılı bulacaksınız ama, coşkuyla dolduruyor.
Bilebildiğimiz kadarıyla insan türü, binlerce yıldır Dünya dediğimiz gezegende yaşıyor. Hem de ne yaşamak! Dünya yaşamı insan için başlı başına bir macera. Bunun anne karnı, bebekliği, çocukluğu, ergenliği, gençliği, yetişkinliği, yaşlılığı var; sevgi, aşk, öfke, nefret, umut, korku gibi türlü duygusu var; bilinci, bilinçdışısı, dâhiliği, deliliği, psikozu, nevrozu var; müzik, resim, heykel, edebiyat gibi farklı duyulara seslenen sanatı var; inancı, inançsızlığı, türlü ritüeli var; siyaseti, ekonomisi, savaşı, barışı, silahı, çiçeği var; doğa bilimi, sosyal bilimi, beşeri bilimi var; saymakla bitecek gibi değil, ama en nihayetinde yaşantısı ve ölümü var. Şimdi desem ki size, bunların hepsini konuşacağız, herhalde inandırıcı bulmazsınız. Ama bir şey diyeceğim, bunların hepsini konuşacağız!
Çünkü insan dediğimiz ‘şey’, bir bütünlük, tamlık hali; sıklıkla söylendiği gibi bir mikrokozmos. İnsanla ve Dünya dediğimiz yerdeki hayatıyla ilgili her şey birbiriyle ilişkili. Fizik konuşurken bir bakmışsınız psikoloji konuşuyorsunuz; psikoloji konuşurken bir bakmışsınız siyaset konuşuyorsunuz, siyaset konuşurken bir bakmışsınız teknoloji konuşuyorsunuz, ekonomi konuşurken bir bakmışsınız söz kişisel hayatınıza gelmiş. Evrenle ilgili bilgilerimiz arttıkça, görüyoruz ki her şey birbiriyle bağlantılı ve adeta her şey bir iletişim halinde. Evrenle ilgili bilgilerimiz arttıkça dedim, aklımda kuantumdan bahsetmek vardı ama birden aslında bu -bilginin değil belki ama- bilgeliğin, Antik Yunan’da da olduğunu hatırladım. Biz, insanlar, kuantuma değinecekken kendini Antik Yunan felsefesini hatırlarken bulan, o sırada ağlayan bir gitar eşliğinde fado dinleyen, serinleyen rüzgâr yanağına çarpınca deniz kenarında bir tatilde olmanın hayalini kuran, çöp kamyonunun sesiyle birden irkilerek gündüz düşünden uyanan, biraz meyve mi atıştırsam diye düşünen, bunların hepsini aynı anda yapabilen bir türüz. Ve bence bu harika bir şey!
Konuşacağımız şey eninde sonunda hep ‘insan’ olacak. Çünkü bu dünya, insan için, insana rağmen, insanla beraber, insandan önce, insani ve insani olmayan değerlerle, insanın kendisini ve kendi ürettiklerini ölçü alarak kurduğu medeniyetlerle var. Bilinmeyen, bilindiği halde bilindiğinin farkında olunmayan, bilinmediği için bilinmediğini de fark etmediğimiz şeylere gelince, onlar da haliyle aslında ‘insan’ın bilmedikleri. İnsan, bilinen tanımının olduğu kadar bilinmeyen tanımının da öznesi. Özünü ararken dışarıya bakan, dışarıyı anlamaya çalışırken özünün yansımalarını bulmaya çalışan, bir garip canlı.
Öyle büyük laflar yazdım ki, altından kalkabilecek miyim, şüphe etmiyor değilim. Ortaya ne çıkacağını emin olun en çok ben merak ediyorum. Öyleyse, bir sonraki yazıda devam etmek üzere, hadi başlayalım!
***
Çalışma alanım sosyal bilimler. Günümüzde kabul ettiğimiz anlamı ve içeriğiyle, sosyal bilimler, modern dönemin bir ürünüdür. Genelleyerek tanımlamak istersek, insanla ve insan ilişkilerinin ürettiği yapılarla ilgilenir. Toplumsal organizasyonların nasıl bir etkileşim süreci içinde oluştuklarını ve bu organizasyonlar içinde insanların nasıl davrandıklarını anlamaya çalışır. Bilim sıfatını hak edebilmek için de bilimsel yöntemler kullanır. Yöntem konusu, gerek doğa bilimlerinde, gerekse sosyal bilimlerde üzerinde en çok durulan konulardan biridir. Zira, bilimi bilim yapan, yöntemin sarihliğidir diyebiliriz.
Doğa bilimlerinin yöntem konusunda sosyal bilimlere göre daha net bir tavrı vardır. Kanunları keşfetmek ve bilinmeyenleri, bu kanunlar temelinde tümevarımla açıklamak temel amaçtır. Gözlemlenebilirlik, ölçülebilirlik, tekrarlanabilirlik, öngörülebilirlik, açıklayıcılık, doğa bilimlerinin yöntemsel yaklaşımları için elzemdir.
Sosyal bilimlerde ise kanunlardan değil, bakış açılarından söz ederiz. Aynı olguya bakan ama yaklaşımları farklı olan sosyal bilimciler farklı açıklamalar yapar, farklı reçeteler sunarlar. Sosyal bilimlerin yöntem olarak doğa bilimlerine yaklaştıkça daha değerli olacağına ve daha bilimsel sayılacağına ilişkin görüşler de vardır, tam tersine tamamen yorumsamacı bir yöntemle diğer ucu temsil edenler de.
Bunlar çok teknik mi geldi? Şöyle basitleştirelim: Doğa bilimlerine göre, eğer yerçekimi varsa, yüksekten bırakılan bir taş her koşulda yere düşer. Görseniz de, görmeseniz de... Taşlar sizin onlara bakıp bakmamanızı hiç umursamaz. Sosyal bilimlerde ise, mesele taşın düşüp düşmemesi değildir. O taş nereden nereye düşüyor, acaba heyelan tehlikesinin olduğu yerlerde devlet yol mu yaptı, imara izin mi verdi, halk bu tehlikeye karşı hakkını aramak için örgütlenmeyi denedi mi, bir karşılık alabildi mi gibi sorulara bakılır.
Bütün bunları anlatma sebebim lafı şuraya getirmekti: Bir gün fizikçiler “gözlemci gözleneni etkiler” demesin mi? Kuantumun en popülerleşen ifadelerinden biri bu. Kesinlik meraklısı doğa bilimciler bile bu ifadeyle sarhoş olmuşken, bu gerçeğe çok daha kolaylıkla kucak açabilecek sosyal bilimciler ne yaptı dersiniz? Hemen hemen hiçbir şey. Bir sonraki yazıda nasıl hiçbir şey yapmadıklarını konuşalım mı?
***
Bitirmeden, Türkiye’nin basın tarihinin çok önemli bir parçası olan Şalom’da yazma ayrıcalığını sunan İvo Molinas’a sonsuz teşekkür ederim
*Doç. Dr.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü