Wes Anderson´un yeni filmi Asteroid City, seyircilerle buluştu. Anderson´un normal stilinden şaşmadan sunduğu bu film, eksantrik karakterler, tuhaf diyaloglar ve büyüleyici görüntülerle dolu.
Film, Scarlett Johansson, Steve Carell, Bryan Cranston, Margot Robbie, Jason Schwartzman, Adrien Brody, Edward Norton gibi oyuncuları buluşturan bir yıldız kadroya sahip. İlginç bir yapıya sahip film, bir tiyatro yazarını ve yazdığı oyunu konu alıyor. Hem yazarın kendi dünyasını hem de yazdığı oyunda yarattığı dünyayı, sanki iç içe geçmiş iki film gibi görüyoruz.
Yazar, Edward Norton tarafından canlandırılıyor; alkolik, işkolik ve darmadağın bir karakter. Yazdığı oyun, Amerika’da çölün ortasındaki bir kasabada geçiyor. Zamanında bir göktaşının düştüğü bu kasabada yer alan bir astronomi kongresi sayesinde, birçok farklı grup ve farklı hikaye buluşuyor. Annesi yeni ölen bir ailenin babası, çocukları ve dedesi, kızına eşlik eden ve oyuncu olmak isteyen bir anne ile bir ilkokul sınıfı, bu karakterlerden sadece birkaçı. Kongreye bağlı bir etkinlik sırasında, bir uzaylı kasabaya inip, zamanında düşen göktaşını alıp, hiçbir duygu göstermeden ayrılıyor. Sonrasında ise, aynı duygusuz tavırla geri geliyor ve damgaladığı göktaşını geri bırakıyor. Amerikan devletinin protokolleri üzerine, bu olayın bütün şahitleri karantina altına alınıyor ve bir soruşturma başlatılıyor. Bu sırada karakterler birbirleriyle yakınlaşıyor, Wes Anderson’un ustalıkla yönettiği, cana yakın veya aksiyon dolu sahneler ortaya çıkıyor. Birçok seyircinin fikrinin aksine, bu filmde gördüğümüz her elemanın bir anlamı var. Bir bakıma…
Film içinde film
Öncelikle, filmin kendisini ele alalım. İç içe geçen iki hikaye, iki dünya var. Dış dünya, yani yazarın yaşadığı nesnel dünya, çoğunlukla siyah-beyaz gösteriliyor ve çok sakin bir niteliğe sahip. İç dünya ise yazarın yarattığı dünya. Yazarın kağıda döktüklerinin öznel bir sunumu; renk ve hayat dolu. Bu film, hayat kavramı hakkında birçok alegorik elemana sahip. Herkesin, kendi kafasında yarattığı bir dünya vardır. Dış dünya, ortada belli bir şekilde görünürken, her insan onu kafasındaki süzgeçten geçirerek algılar. Kimisi, yazar gibi, en soluk ortama bile, kendi kafasında can verebilir. Bu konuda, Albert Camus’nün çok ilginç bir fikri var. O, dünyanın ve olayların absürtlüğüne insanların kendi anlamlarını vermelerini gerektiğini savunur. Bu şekilde kendilerini mutlu edebilme yeteneğini edinirler, çünkü evrenin bize mutlu olmamızı sağlayacak elemanlar sunacak olması, mutlak bir gerçek değildir.
Kasabaya inen uzaylı, hayatta hepimizin başına gelebilecek, çok normal bir olayı sunuyor. Bir yere habersiz şekilde geliyor, bir anlam göstermeden oradan çok önemli bir şeyi alıyor ve sonrasında ona damgasını vurarak geri bırakıyor. Romantik veya platonik insan ilişkilerinin birçoğu bu şekilde gelişir. Bir insan hayatımıza ve aklımıza girer, kalbimizi veya beynimizi kiralamışçasına kullanır, onda kendi izini bırakır ve sonrasında bir daha görünmemek üzere gider. O kasaba için o göktaşı ne kadar önemliyse, bizim için de kalbimiz ve de beynimiz o kadar önemlidir. Bu alegoriyi daha da genelleyebiliriz. Farklı zevkler, fikirler veya uğraşlar da bu şekilde hayatımıza girip çıkabilir.
Uzaylıya tanık olanlar, ilk başta onun hakkında spekülasyonlar yapıyor. Sebeplerini merak ediyorlar. Şoku atlattıktan sonra ise sanata başvuruyorlar. Çocuklar uzaylının resmini çiziyor, onun hakkında şarkı besteliyorlar. Sanatı bir şifa kaynağı olarak kullanıyorlar. Söyledikleri şarkı ilk başta sakin bir anlatı olarak başlıyor, sonrasında ise bölgenin yöresel ritmini edinerek herkesin dans etmesini sağlıyor. Olayın tanıkları, onu bir beste yoluyla kişiselleştirip, korkutucu yapısını bozmuş oluyorlar. Böylece, herkesin üzerine dans edebildiği bir şeye dönüşmüş oluyor. Albert Camus’nün düşüncesiyle burada yeniden karşılaşıyoruz. Filmdeki karakterler, başta korku ve merak uyandıran bir elemanı, kendi imkanlarıyla benimsemiş, onu pozitif yapmışlardır.
Film, hayatın ne kadar değişim dolu olduğunu ve çok biçimli olduğunu gösteriyor. Bugün olanın yarın garantisi olmadığını görüyoruz. Mekanlar, karakterler ve bize sunulan hava, sık sık, hızlı bir şekilde yerini yenilerine bırakıyor. Kasabaya ilk gelen, annesini kaybetmiş ailenin çocukları, annelerini kaybettiklerini geldikten sonra öğreniyor. Üç haftadır rahmetli olan annelerini hayatta bilen çocuklar, bir anda bu devasa değişimle karşı karşıya kalıyor. Küçük olanlar, onu hayata döndürmek için büyü yapmaya çalışırken, daha olgun olanları ise onu bir yıldıza benimseterek yaşatıyor. Hepsi farklı bir şekilde, duygularını yansıtarak her zamanki gibi olanlarla kendi çaplarında yüzleşmeye çalışıyorlar. Aynı şekilde, filmin sonunda, aslında oyundaki en önemli karakterlerden birinin bir başkası tarafından canlandırılması gerektiğini öğreniyoruz. Sanki kesilip atılmış gibi kendi yerini bir başkasına bırakmış olan aktris ortaya çıkıyor ve oyunun ne kadar farklı oynanabileceğini gösteriyor. Dalgalanma etkisi adını verdiğimiz konsept sayesinde, bir şeyin doğasındaki ve oluşumundaki en küçük değişikliğin bile, büyüyüp çok farklı bir hal almasını sağlayabildiğini görüyoruz.
Amacı belirsiz olaylar ve karakterler içeren bu film, hayat gibi, özünde anlam barındırmayan, akıbeti belirsiz konu veya olaylarla nasıl yüzleşilmesi gerekildiğini vurguluyor. Oyunun içinde gördüğümüz, oyuncu olmak isteyen karakterin çalıştığı bir senaryoda, bir karakter elini kızgın bir tavanın üstüne koyar. Bu sahneyi çalışırken, aktrisin sahne partneri, anlamsız bir şekilde, gerçekten elini yakar. Oyunun yazarına, bu karakterin neden gerçekten elini yaktığı sorulduğunda ise, onu kendisinin bile bilmediğini söyler. Ortaya atılan teoriler vardır, ama sahneye kendi yazarının verdiği bir anlam olmadığı sürece o sahne yoruma açık kalır. Aynı şekilde, filmin sonlarına doğru, oyundaki oyunculardan biri, oyunun ve hayatın anlamını sorgularken, ‘belki de bir anlamı yoktur’ cevabını alır. Oyunu, anlamını kavrayamadan her gece oynaması gerekmesi, bizim oyunun hayat kavramının bir imlemesi olduğu sonucuna varmamızı sağlar. İsteyen ona kendi anlamını verir, istemeyen ise vermez. Sonuçta, anlamı olsa da olmasa da, bir oyunda oynamak zorunda olan oyuncular gibi, uyandığımız her gün hayatı yaşamak zorundayızdır.
Bu kadar müphemiyet arasında, film bize hayatta kesin olan tek şeyin akışkanlık olduğunu sunuyor. İnsanlar ve durumlar gelip gider, fakat hayat daima devam eder. Filmin sonunda, oyunun yazarı, yani hayatın sahibi öldüğünde, oyun oynanmaya devam eder. Bir insan öldüğünde de oluşturduğu hayat ve ortam, yarattığı ilişkiler ve duygular onsuz devam eder.
James Baldwin’e göre kitaplar, insanın acılarının onlara özel olmadığından, onlardan önce keşfedilmiş olup, onlarla birlikte bütün dünyada yaşanabiliyor olduğundan bahseder. Bu fikri biraz daha açarsak ulaştığımız sonuç, insanların, hissettikleri duygularla edebiyat aracılığıyla hikayelerde karşılaşabilecekleri ve bu duygular negatif iseler, acılarının paylaşımı ile onlarla kendilerini avutabilecekleri, pozitif iseler ise onlar sayesinde neşelerine neşe katabilecekleridir. Hayatın anlamsızlığından yakınan ve bu filmi izleyen her kimse, bu sorunun ona özgü olmadığı gerçeğiyle teselli olup, kendisini olası çözümlere açabilir.
Bunca çağrışımın yanında, filmin sunduğu görsel şölen ve ünlü oyuncu bolluğu adeta ikinci planda kalır. Sırf ünlü oyuncular kullanılarak bir filmin başarılı kılınabileceği bu dönemde Wes Anderson, kendi müthiş kadrosunun onu tembelleştirmesine izin vermez. Filmin hem aşikar görsel yanını, hem de üstü kapalı, çağrımsal kısmını güçlendirerek kendini ayrı bir safhaya koyar. Bu sebeple, Asteroid City benim için bir şaheser.