Sebla Selin Ok
“Ukrayna’da 3 bin yıllık bir mezarda, birbirine sarılmış bir çiftin iskeletleri bulundu” cümlesiyle dünya basınında yer alan haberin çarpıcı fotoğrafı ve illüstrasyonu üzerine, görseller aracılığıyla sevginin tasviri konusunun peşine düştüm. Görselde kadın olduğu saptanmış iskeletin otopsi yapan ekipçe olasılıkla canlı gömüldüğü rapor edilmişti. Bu bilgi karşısında görsele kadının kucaklayıcı şefkati bağlamında biraz daha fazla sempati beslenebilir miydi? Asırlardır insanın sevgisi de hüznü de yerleşmiş bilgilerle zihne çağırılan tutkulu mitlerin uğursuz bir döngüsü müydü? Ya da ölüm ve aşk insanın ezbere bildiği güvenli ‘gerçeği’ miydi? Romeo ve Juliet’in birbirine sevgisinin varlıkları dahil etraflarındaki her şeyi dönüştüren trajedisi mezarda son bulmasa ne hissederdik bu fotoğrafı ilk gördüğümüz anda? Gördüğümüz salt ‘sevgi’ miydi bu fotoğraf karşısında? Hayır değil diyeceğiz sadece sevgi olamaz bu, tabi ki ‘ölümsüz sevgi’… Tıpkı Alman yazar ve şair Goethe’nin tarif ettiği gibi her şeyi kapsayan sevgi: “Bizler nereden doğduk? Sevgiden. Nasıl yok olur gideriz? Sevgisiz. Kendimizi aşmanın çaresi nedir? Sevgi. İnsan sevgiyi bulabilir mi? Sevgi yoluyla. Uzun zaman ağlatmayan nedir? Sevgi. Bizi hep ne bağlamalı? Sevgi.”
Sevgi, günlük yaşamda en çok kullanılan sözcükler arasında. Kullanımı bir yana ne hissettirmektedir sevgi, herkes kendi tarifiyle anlatabilir. Çünkü yaşadığı ve adlandırdığı sevgi kendi inançlarını, bilgilerini, zevklerini, korkularını, seçimlerini vb. sorgulatır insana.
Bu, Delphi’deki Apollon Tapınağının girişinde yazan “Kendini Bil’’ cümlesini hatırlatır. Kendini bilmek, kendini tanımaya çalışmak ve kusurlarıyla sevmeye yönelmek dolayısıyla bir başkasına verebileceği ölçüsüz sevgiyi üretmekle başlar. Hollandalı filozof Baruch Spinoza’nın dediği gibi “Sevmenin ölçüsü, ölçüsüz sevmektir.” Burada sevgi artık, erdemli olmakla eşlik kazanır. Böylece günlük yaşamda çok kullandığımız o sevgi kelimesi belki de bu fotoğrafta görüp çok etkilendiğimiz o en güçlü sosyal bağa dönüşebilir. Sevgi konusunu irdeleyen Amerikalı toplumbilimci Erich Fromm ise “…İnsanın kendisini dünyayla birleştirecek ve aynı zamanda bir bütünlük ve bireysellik kazanma gereksinmesini doyuracak bir tek tutku vardır yalnızca o da sevgidir” der ve dikkati tüm sosyal bağlara çekmeye çalışır.
Bu fotoğraf şu ana kadarki sevgi tarifimle felsefi önermeler ve duygulanımlar açısından örtüşebilmekle birlikte hala çok eksik var.
Öteki Dünya Miti
Habere göre arkeologlar kadının kocasına öteki dünyada eşlik etmek için kendi isteğiyle gömüldüğünü partnerinin yanına uzanarak zehir içip kontrollü bir şekilde ölmüş olabileceğini öngörüyordu. Bu da ‘öteki dünya’ mitiyle dinlerdeki aşkın sevginin tezahürü gibi gözükmekteydi. Çünkü dinlerdeki sevgi daima öbür dünya için olan kutsal sevgidir. İnsanın kendisi ve içinde bulunduğu yaşam için anlamı yoktur sevginin. Dolayısıyla ‘ölümsüz sevgi’ diye sürekli onadığımız o sevgi tezahürü aslında tanrısallıktan modern dile aktarılmış ve romantikleştirilmiş bir bilgidir.
Diğer taraftan ‘öteki dünya’ ile bir geçiş mekânı oluşturan mezarlıkların toplumsal yapı ve kültürlerde başka anlamları da mevcuttur. Mezarlıklar öncelikle ölümü hatırlatan yerler olsa da aynı zamanda geçmişi içerdiğinden yaşamı da hatırlatırlar. Fransız düşünür Michel Foucault mezarlıkları, kültür içerisinde bulunan, temsil edilen, sorgulananları içeren bir yer, bir heterotopya olarak tanımlar. Heterotopyalar ütopyalardan farklı olarak, karşıtlıkları içinde barındıran, mevcut olanın doğruluğunu sorgulatan, yerleştirilebilir olsa da tüm alanların dışında olan, ötekileşmiş, hayata geçirilmiş gerçek mekânlardır. Dolayısıyla Vysotskaya kültürüne ait 3000 yıl sonra ortaya çıkan mezarlık da fotoğraftaki iki kişinin gömülme biçimiyle bize kültürlenme ile ilgili sorular sordurmaktadır. 3000 yıl önce varlık göstermiş bir toplumla, yaşantıları ve ritüelleriyle ilgili bir veri olabilir mi acaba bu ölümsüz sevginin yansıması? Aslında aşk ve sevgiden çok, yaşayışlarıyla bağlantı kurulabilir mi bu iki kişinin kenetlenişinde? Ayrıca mezarda göze çarpan bronz süslemeler ve çanak/çömlek parçaları fotoğrafı çözümlerken kültür adına ipucu olabilecek veriler sunmaktadır. Sevgi konusunu en iyi inceleyen alanların felsefe ve sanat olduğu çoğu insanın kabulüdür. Ancak belki de özellikle konu sanat olduğunda yapılan temel hatalardan biri sevilen her şeyin daima güzel, kutsal bulunması ve bir fedakârlık içermesine dair hikâyelerin çoğaltılması olabilir.
Yitirilmiş Olan Üzüntü Vericidir
Aşk ve sevginin ölümle bağlantısı kurulduğunda tasvirleri dolayısıyla açığa çıkan bir diğer konu da ‘Nostalji’dir. Nostalji sözcüğü kısaca acı hissi ve burukluk içerisinde geçmişe duyulan özlemi betimler. Yitirilmiş olan şey üzüntü vericidir. Günümüzde genellikle geçmişten ya da anılardan söz ederken nostalji kelimesinden yardım alarak söze başlanır. Bu anlamda yaşadığımız çağda artık neredeyse her şey geçmişe öykünme ve geçmişten onay alma yolu ile inşa ediliyor gibidir. Bunun nedeni insanın hızla tüketen bir varlığa dönüşmesindeki yeri doldurulamayan bir boşluktur ya da kimliğini, köklerini ve geçmişini tanımlama konusunda bir araç göstermektir.
Çağımızda ‘gerçek’ tanımının sürekli değişiyor olması ‘gerçeğin görüntüleri’ oldukları ileri sürülen fotoğraflardan beklediklerimizi de değiştiriyor. Gerçek giderek daha da tanımlanması zor ve uçucu bir hale geldikçe, somut elle tutulur, anlaşılabilir görüntülere ihtiyacımız artıyor. Böylelikle fotoğraflarla tanımladığımız ve özlemini duyduğumuz, ne olduğu belli bir geçmişin varlığına inanmamız bugün ile mücadelemizi kolaylaştırıyor. Böyle fotoğraflara bakarken onların salt sevginin birer yansıması olduğunu düşünmek istiyoruz. İçerisinde barındıkları trajediler, kültürel kodlar, hatta gerçek mi kurgu mu olup olmadıklarından emin olamamak bile ihtiyaç duyulan sevgi hissi karşısında anlamını yitirebiliyor.
Sevginin Taşıyıcı Yüzeyi Fotoğraflar
Ancak yine de sevgi bu fotoğraftan okunduğu iddia edilen şekliyle ve yazıda bahsetmeye çalıştığım tüm bu göstergelerden bağımsız olarak ‘sonsuzluk’ hissinde soyutlanamayacak kadar yaşamsal ve yaşamı diri tutan da bir olgudur. Britanyalı düşünür Bertrand Russel’ın dediği gibi, “Mutlu ve iyi hayat sevgiden ilham alan ve bilgiye yöneltilen bir hayattır. Bilgisiz, sevgi veyahut sevgisiz bilgi iyi bir hayat doğuramaz.” Fotoğrafın gücü buradadır. Fotoğraflar sevgiyi iletebilecek bir medium olabildikleri ölçüde bilgiyi ve önemlisi bilginin sevgisinin de taşıyıcı yüzeyleridir. Bunu ilk görebilenler devinimli sözcükleriyle sevginin birçok formunu inşa edebilen Marcel Proust, Honoré de Balzac gibi hikâye anlatıcılarıydı. Amerikalı kuramcı Susan Sontag’ın sözleriyle ilk ‘Daguerrotype Korkusu’ yaşayanlardı. Öyle ki Proust’un sevgi tarifi bir yüzeyde form bulan bir yansımanın tarifi olarak akıllara kazınacaktı. Söyle yazacaktı Proust; “Sevdiğimiz zaman, aşk o kadar büyüktür ki bir bütün olarak içimize sığmaz; sevdiğimiz insana doğru yayılır, onda kendisini durduran, başlangıç noktasına geri dönmeye zorlayan bir yüzey bulur; işte karşımızdakinin hisleri dediğimiz şey, kendi sevgimizin çarpıp geri dönüşüdür; bizi gidişten daha fazla etkilemesinin, büyülemesinin sebebiyse, kendimizden çıktığını fark etmeyişimizdir.”
Bu tarif elimde olmadan beni bambaşka bir görsele götürür. Salvador Dali’nin Gala’yla olan bir resmine. Bu resme bakarken aklımda Dali’nin sözleri; “Önce Gala ve ben, Sonra ben, Sonra diğerleri, Gala ve ben.” İki görsel arasındaki ilişkiyi ölçüsüz sevginin insana işlemesi umuduyla tartışmaya bırakıyorum.