Amerikalı Olmanın Ayrıcalığına Davet - Oppenheimer

Dünya
4 Ağustos 2023 Cuma

Selin Sebla Ok

İkinci Dünya Savaşı’ nın bitmesine yakın, 6 ve 9 Ağustos 1945 tarihlerinde, Amerika’nın Japonya’ya düzenlediği nükleer saldırılar sırasında çekilmiş fotoğraflar zihinlerimize kazınmış görkemli birer ikon bugün. İlki 6 Ağustos’ta Hiroşima’ya, ikincisi 9 Ağustos’ta Nagazaki’ye atılan bombalar sonucunda yüzbinlerce kişi hayatını kaybetmişti. Ancak daha önemlisi, tarihte ilk ve umulan o ki son kez yapılan bu saldırının uzun vadede Japon toplumunda milyonlar üzerinde genetik bozulmalara yol açmış olmasıydı. Aslında aynı şekilde ABD'nin güneybatısında, Kazakistan'da, Marshall Adaları'nda ve Cezayir'de nükleer deneme yapanlar, kendi bölgelerinde nükleer test yapıldığı konusunda o çevrede yaşayanları bilgilendirilmediği için olaylardan sonra çok sayıda kişi nesiller boyu radyasyona maruz kalmanın sonuçlarıyla hâlâ karşı karşıyalar.

Atom bombası görüntüleri kısa sürede medya ve yayın organları aracılığıyla tüm dünyaya sayısız kere servis edilmişti. Bir süre sonra olayın kendisinden daha çok doğada yetişen bir mantarın görüntüsüyle özdeşleştirilebilecek kadar kanıksanan bu görüntüler, nesillerin hafızasını işgal edecekti.

İşte şimdi bu görüntüyü bir kez daha bizim görüş ve sorgulama alanımıza sokan, sinemanın teknolojik altyapısını işletmekte oldukça cesur ve başarılı olan Hollywood sinemasının dahi yönetmenlerinden Cristopher Nolan aracılığıyla yeniden ve belki de en görkemli haliyle izliyoruz. Ancak bu defa fragmanın da merkezinde yer alan bu patlama sahnesi etrafında gelişen biyografik, tarihi, siyasi, ahlaki ve daha nice sorgulamayla birlikte. Tahmin edileceği üzere usta yönetmenin kurguladığı fragman çok eleştirilmesine karşın bilinçsiz bir seçim değildir. Bu sansasyonel ve ikonik görüntüyü tekrarlayarak tartışmayı en üst notadan alevlendirmek Nolan’ın bilinçli seçimidir. Ayrıca bizleri henüz test edildiği aşamadaki görüntüyle yüzleştirmesi aslında gerçekte de çok iyi bilmemize karşın o dakikadan sonra o bombanın patladığında nelere sebep olabileceği duygusunu simülatif düzeyde yaşatmaktır. Olay tarihteki yerini almıştır ve biz sonuçlarını bilsek de hiç düşünmediğimiz bir noktadan alarak gerilimi siematografik düzeyde yaşatmak dahiyane bir seçimdir.

Şimdi gelelim asıl konuya. Dünya’nın her açıdan yönünü değiştirmiş olan atom bombasının yaratıcısı olan Julius Robert Oppenheimer’ a. Bu filmin aynı zamanda iyi bir biyografi olarak değer bulmasını sağlayan, insanlığa ateşi belki de en yakıcı formuyla veren modern Titan’a.

Öncelikle film inanılmaz bir oyuncu kadrosu tarafından destekleniyor, bunlar arasında Robert Downey Jr., Amerika Birleşik Devletleri Atom Enerjisi Komisyonu'nun kıdemli bir üyesi olan Lewis Strauss, Albert Einstein rolünde Tom Conti, Oppenheimer’ı Manhattan Projesi'nin başına ilk olarak atayan korgeneral rolünde Matt Damon, Harry S. Truman rolünde ilk anda tanınmayan Gary Oldman var. Remi Malek, Josh Hartnett, Matthew Modine, Kenneth Branagh, Tony Goldwyn, Casey Affleck ve diğerlerinin her biri örnek niteliğinde ve mükemmel olarak filmin içine konumlandırılmışlar.

Tabi Gillian Murphy'nin buz gibi mavi gözleri hiç bu kadar iyi kullanılmamıştı ve bir biyografik karakterin duygusunu bu denli iletmek konusunda daha mükemmel bir oyunculuk olamazdı.

Oppenheimer, New Mexico manzarasına âşık olan bir New York' luydu; Üstün yetenekli bir Fizikçi olarak 1925'te Harvard Üniversitesi'nden kimya alanında lisans derecesini aldı. 1927'de Almanya'daki Göttingen Üniversitesi'nden fizik alanında doktora derecesini aldı. Büyük Savaş sonrası antisemitizmin doruğa tırmanmaya başladığı Avrupa'da parlak bir genç Yahudi fizikçi olarak eğitim gördü. Almanya'da kuantum teorisinin en ileri noktasındayken Amerika'ya geri döndü, burada Berkeley'de profesör olarak ders verdi ve atom bombası üzerine teori çalışmalarını sürdürürken aynı zamanda Berkeley'deki binasında bomba teorisi için bir yaz okulu düzenledi. ABD istihbaratı Nazilerin bir mega bomba üzerinde çalıştığını öğrendikten sonra 1942'de ABD Ordusu, sorumluluğu Bilimsel Araştırma ve Geliştirme Ofisi'nden orduya devretme sürecini başlattı. Bu kapsamda Leslie Groves (Matt Damon), Manhattan Projesi olarak bilinen projenin direktörü olarak atandı. Projenin gizli silah laboratuvarının başına geçmesi için de bu konuda çalışmaları olan Oppenheimer'ı New Mexico Los Alamos da kurulacak Laboratuvarı'nın yöneticisi olarak seçti.

Oppenheimer Bir Dönem Eseridir

Tüm bu tarihsel özet, filmde kusursuzca ve olabildiğince detaylı işleniyor. Ancak işlenirken tabi ki Nolan’ın artık bir sinema dili olarak görebileceğimiz doğrusal olmayan bir yöntemle. Burada yeri gelmişken belirtmek gerekir ki Nolan'ın filmlerinin tamamen çözülmesi için genellikle birkaç kez izlenmesi gerekir. Oppenheimer gibi bir film asla birinin hayatının yeniden anlatımı değildir, özellikle de hikayesi oldukça iyi belgelenmiş olan birinin. Oppenheimer, aslında bir biyografik film gibi gözükmekle birlikte karmaşık bir zaman çizelgesinde devinen yoğun ve karmaşık bir dönem eseridir. Sorgulama sahneleri, romantik ilişkileri, laboratuvar tartışmalarını ve kişilik analizlerini bir araya getiren, kurgusu flashback içinde flashback’ lerden oluşan bir sinema yapıtıdır. Ama asıl önemlisi Oppenheimer destansı bir biyografiden daha fazlasıdır. Bu epik hikâye bize neler olabileceğiyle ilgili hatırlatıcı, uyarıcı bir hikayedir. Günümüzde büyük güçler arasında savaşlar ve işgaller devam ederken sürekli artan bir nükleer savaş veya Çernobil benzeri bir felaketin patlak verme riski vardır. Sonuç olarak çağ atom çağıdır, ortada artık bırakılmış olan bir bomba vardır ve etrafındaki güç gösterisi hala devem etmektedir. Yalnızca bu açıdan bile Nolan’ın eseri karşısında şapka çıkarılması gerekir.

Bu hikâyenin Nolan versiyonunda, Oppenheimer barışçıl olmaktan çok durdurulamaz bir keşif robotu gibidir. Ordunun tüm paranoyasına ve bilim insanı arkadaşlarının kırılganlıklarına film boyunca sonsuz bir sabırla uyum sağladığını görürüz çünkü ne olacağını görme arzusu her şeyin önündedir. Örneğin film alışılmadık ve hatta tatmin edici bir şekilde geveze olmasına ve aksiyonunun çoğunu diyalog yoluyla ilerletmesine rağmen, Oppenheimer'ın suçu hakkında konuştuğunu neredeyse hiç duymayız, karısı Kitty (Emily Blunt) ile yakın tartışmalarda bile. Dolayısıyla bu filmde birçok eleştirinin aksine bombanın patlamasından önce bir vicdan hesaplaşmasından söz edemeyiz. Oysa pek çok karakterden Oppenheimer’a karşı yapılan farkındalık konuşmasına tanık oluruz. Çünkü Oppenheimer için atom bombası sadece bir kitle imha silahı değildir. Aynı zamanda onun başyapıtıdır.

Bir yığın çelişkiyle birlikte resmedilen, Nolan’ ın Oppenheimer’ ı tipik bir film kahramanı ya da bir anti kahraman da değildir. O devasa yıkıma sebep olan bilim insanı tam ve sıradan bir Amerikalı olarak çıkar izleyicinin karşısına. Erken yaşlardan itibaren entelektüel olarak özel yetenekli sınıfında olan, kibirli, kadın avcısı, entrikalar hakkında ölümcül derecede saf ve neredeyse hiç çıkarmadığı şapkasıyla da biraz züppedir. İlk gençlik yıllarında bir Komünizm sempatizanıdır, ancak erkek kardeşi (Dylan Arnold), birkaç arkadaşı, sevgilisi ve karısının aksine hiçbir zaman parti üyesi olmamıştır. Ayrıca projenin direktörü General Leslie Groves (Matt Damon), kendisine ilk tanıştığı sahnede sıradan karakter özelliklerini sıraladığında çabucak manevra alabilecek ve amacına ulaşma pahasına ne kadar esneyebileceğinin ipuçlarını da izleyiciye verecektir. Diğer taraftan Manhattan Projesi'nin üyeleri arasındaki ilişkilerde de aynısını yapar. Bu ilişkiler kafa karıştırıcıdır, bilimsel içerikler konuşulur, çok fazla isim geçer ve Nolan, izleyici üzerindeki bu bilimsel sıkıntıyı gidermek ve Oppenheimer'ın ekibi ona "Oppy" lakabını taktığı için bunu bir insancıl unsur olarak kullanır. Şapkasıyla ve mükemmel martini karışımı hazırlama ustalığıyla da Oppenheimer’i ulaşılmaz sapkın bir deha olma yanılgımızdan özgürleştirir. Ayrıca o şapkayı her giyişinde Nolan, Marvel dizisindeki karakterlerine gönderme yaparcasına mutantlaştırır “Oppy” karakterini. Bir sahnede kendisi gibi bir bilim insanı olan arkadaşı Izzy/Isidor Isaac Rabi (David Krumholtz) karakteri, askeri üniformayla ne yaptığını sorduğunda hiç tereddüt etmeden üniformayı çıkarır ve onun yerine şapkasını giyer. Bu Oppy’nin toplumsal varlığı ile ilgili giydiği kostümün Nolan tarafından kaydedilmiş deha yüklü tasviridir. Oppenheimer, Amerikalı olmanın eşsiz ayrıcalığına Nolan’ın belki de bugüne dek ilk defa denediği ve kanımca başarılı olduğu biyografik analizlerle seyirciyi davet eder.

Peki nedir Amerikalı olmak?

Amerika, baştan itibaren birbirinden farklı kültürlerin kıtaya göçleri sonucunda toplumsallaşmış olan bir ülkedir. Amerika, var olan bir tarihsel geçmiş, dil ve aidiyet üzerine kurgulanmış olan çok-kültürlü yapılardan oluşmaz. Bu nedenle de

çok-kültürlülükten geriye dönüşü olmadığı gibi bu yapı yıkıldığında Amerika’nın, Avrupa gibi yerine koyabileceği bir kültürel mirası da yoktur denebilir. Yani Amerikalı birinin tüm maskelerinden arınıp gerçek yüze ulaşması mümkün değildir. Amerika’da 2000’li yılların başında yapılan sayımlara göre ülke nüfusunun yüzde 10’u başka bir ülkede doğmuştur. Bu, Amerika’nın sunduğu yeni yaşam fırsatları için gemilerle dünyanın dört bir yanından gelen insanlar ve onların sahip oldukları yeni kuşaklar için bugün Amerikalı olmak demenin, aynı zamanda ait oldukları kültürlerin temsillerini belli ölçüde geride bırakmaları anlamına geldiğini ifade eder. Peki, bu durumun Amerika özelinde bir kargaşa, özlem ve aidiyet yitimi duygusuyla birlikte gelen isyana değil de genel itibarıyla bir zafere ulaşmasında etkili olan unsurlar nelerdir? Günümüzde çok-kültürlülük tartışmalarının kaynağı olarak görebileceğimiz Amerika, geride bırakılan kültürlerin sembolik temsillerini ve hafıza mekânlarını sistemli biçimde yeniden inşa ederek zafer kazanmıştır. Amerikalı kuramcı Susan Sontag’ ın da belirttiği gibi bu zaferini büyük ölçüde “edepli kalma demokrasisi”ne borçludur.

Kültürün endüstrileşmesi, var olan diğer kültürlere ait kimliklerin hafıza mekânlarına ve hafıza nesnelerine aktarılarak yeniden kazanılmaya çalışılması bağlamında Amerika’nın izlediği bazı politikalar görsel kültür üzerinden ele alınabilir. Amerika, aslında, Sontag’ın sözünü ettiği yeninin kurgusunu yapmaya kıtanın yerlileri olan ve günlük dilde “Kızılderililer” olarak adlandırılan Amerikan yerlilerini yok etmeye çalışarak başlamıştı. İngiltere başta olmak üzere, Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden gelen göçmenler, kıtanın yerli halkları üzerinde baskı oluşturarak koloniler kurdular. Kurdukları koloniler, kısa süre sonra sömürgecilik esaslarına göre yönetilmeye başladı ve bu, 1700’lü yılların sonuna kadar devam etti. 1789 yılında bir anayasa oluşturup Amerikalı üst-kimliği ile anılmaya başlandıklarında Amerikalı adı verilen kişilerin, geldikleri topraklara ait kültürel kimliğini tanımlamak ise gittikçe zorlaştı. Asimile olmaya zorlanmış yerli halkların Avrupalı göçmenlerle bir araya gelmesinden oluşan “yeni dünya” Amerika’nın, bu anlamda, diğer kültürlere ait değerlerin erozyonundan doğduğu söylenebilir.

Bu uzun tanımdan sonra Oppenhemer’a dönersek ve Nolan’ın Amerikalı bir bilim insanıyla ilgili bir Hollywood filmi yaptığını kabul edersek, şu meşhur vicdan hesaplaşması sahnesinin Victor Burgin’in ifadesiyle nasıl da “soyut bir insanlık övgüsüyle” donatıldığını görebiliriz. Başkan Truman’ın karşısına çıktığı sekansta Truman’a önce “ellerimde kan var” diyecektir. Truman tüm sömürgecilerin olduğu gibi kazanılmış hak iddiasıyla tereddütsüz bir mendil uzatır ve sorar “Şimdi Los Alamos’u ne yapalım” Oppy’nin cevabı işte tam da arzu edilen ve yüz yıllarca temeli atılan “edepli kalma demokrasisinin” bir ferdi olan tipik Amerikalı yanıtı olur. “Asıl sahiplerine Amerikan yerlilerine geri verelim”!.. Ne klişe ama… Hollywood sinemasının vatansever duygularla kendini acımasızca eleştirme stratejisinin en tipik örneklerinden biri daha izleyici kitlelerini etkileyecek ve bu vicdan hesaplaşması belki de yeterli görünebilecektir.

Nolan aslında bu sahneyi sonuna dek ilmek ilmek işlemiştir. Ve bu sahne aslında tüm filme karakteri işleyişini yaydığımızda gerçek bir Hollywood eleştirisidir aynı zamanda.

Çünkü Nolan’ ın, ata binmeyi seven, alkolik karısına anlayışlı olmaya çalışan, aile ve arkadaş ilişkilerinde ılımlı ve en önemlisi kendisine filmin bir yerinde “benciliz bizler” diye eleştiri getirebilen bu üstün yetenekli Amerikalı’yı bize analiz ettirebilmek için bu şahane biyografik ipuçlarını bilinçli yerleştirdiği çok açıktır. “Bencil olan kişi kendisine bencil demez” dedirtir kardeşine ve bizi bir sorgulamanın içine alır. İzleyici vicdan sorgulamasından hiç koparılmaz.

Nolan bir sinema dehası olabilir ama bu açıdan aynı zamanda da bir şovmendir.

Ayrıca Nolan senaryonun bu kusursuz işleyişinde Oppy’yi diğer Büyük Zihinlere liderlik edecek bir Büyük Zihin olarak konumlandıran bağlantıları kurgularken de çok başarılıdır. Kendilerini teori dünyasından pratik dünyaya geçerken bulan insanların şevkini kolayca yakalayabiliriz. Film teori ve pratik arasındaki ilişkiselliğe odaklanır ki biz bugün pratik olarak atom bombasının uygulanmış olmasıyla yüzleşmiş nesiller olarak teori hakkında bilgilendiriliriz. Bunu izlemek oldukça zordur diğer yandan. Nolan, Oppy’nin bir teorisyen olarak bizler için ise bu bombayı yapan olarak anılması arasındaki geçişi verebilmiştir.

Evrenin maddi dokusu olan zaman, uzay, sonsuzluk gibi şeyler ile insan varoluşunun daha metafizik anlamları olan aşk, kimlik, hafıza, keder arasında mükemmel bir bağlantı kurar. İnanılmaz atomik parçacıklar parçalanıp kaynaşarak Oppenheimer'ın sürekli değişen düşünce sürecini matematiksel ve içgüdüsel bir şekilde hayata geçirir.

Nolan’ın Filmleri Görsellerle İlgilidir

Zaten Christopher Nolan filmleri düşünüldüğünde karakter veya olay örgüsüyle değil, genellikle görsellerle ilgilidir ve oyuncular da yolculuğa hazırdır. Ancak bu filmde belki de ilk defa Nolan öyküyü büyük bir sakinlikle görsellikle buluşturmuştur. Bu nedenle kullandığı ve ne yazık ki çoğumuzun izleme fırsatı yakalayamadığı IMAX teknolojisi çok önemlidir. Bu çok gerekli miydi yönündeki eleştirilere karşılık yönetmen tüm seçimlerinde bir gereklilik görür ve aktarır da denebilir ancak bu cevap bilgi içermez. O nedenle kısaca söyle denebilir sinema her şeyden hikâyeden bile önce bir görüntü sanatıdır ve Nolan gibi Hollywood büyücüleri onu seçimleriyle fantasmalar aynasına dönüştürebilir. Ayrıca IMAX teknolojisi yine bazı eleştirilerin aksine sadece Trinity deneylerindeki sahneler için tercih edilmemiştir. Zaten uzun diyalog sahneleri için böyle bir teknoloji gerekli midir?  Soruları bu anlamda şaşırtıcıdır. Çünkü IMAX teknolojisi tam da o diyalog sahnelerini, Oppenheimer’ın halisünatif iç görülerini kahramanın nefesini duyumsatmak istercesine en yakın mesafeye taşır izleyici için. Tüm o çelişkiler: karanlık ama esprili, düşünceli ama kibirli yüz ifadelerini, IMAX kameralarla çekilen görkemli 70 mm'lik yakın çekimlerle parlatır. Bir adamın yüz hatlarından geniş bir tuval oluşturacak kadar büyük bir ölçek yaratmak ve bize her milimini dolaşmak ve yaşayabileceğimiz derinlik duygusu adına bir meydan okumadır. Ayrıca Nolan'ın Memento'dan Inception'a, Intersteller'dan Dunkirk'e tüm filmleri, somut olanla soyut olanı yüzleştirmek için sinemanın teknolojik araçlarını (görüntüler, ses, zaman, selüloit üzerindeki kimyasallar) kullanır. Nolan, IMAX film kameralarıyla çekim yaparken Oppenheimer'ın yeni şehirler, manzaralar, yeni düşünceler ve yeni iç görülerle karşılaştığında hissettiği genişleme duygusunu vermek ister. Bu onun seçimini en kolay şekilde anlaşılabilir kılan tanım olabilir kanımca.

Nolan’ın bir diğer dahice vuruşu Hiroşima ve Nagazaki'de bombalar patladığında Oppenheimer'ın yüzüne odaklanmayı sağlamaktır. Böylece ilk defa aynı düzlemde oluruz kahramanla. Biz zaten daha filme başlamadan sonuçları biliyorken artık Oppenheimer'ın da ne yaptığını bildiğini biliriz. Nolan, besteci Ludwig Goransson'ın yardımıyla da gerilim ve aciliyet içeren bir dizi açıklayıcı sahneyi ustalıkla işler. Bu sahne de onlardan biridir. Ludwig Göransson'ın müziği olağanüstü bir akış sağlar ve ses düzeninde yinelenen bir motif olan, gümbür gümbür yere vuran ayakların kreşendosu gerilimin hiç bitmeyeceğini hissettirir. Oppenheimer'ın kariyerinin doruk noktası olan bir zafer ve ihtişam anından alınmıştır. Ancak fizikçinin çalışmasının yıkıcı potansiyeli netleştikçe, her kullanımda artan bir tehdit duygusu kazanarak doruğa ulaşır.

Ardından Nolan, Hiroşima ve Nagazaki'nin bombalanmasını dramatize etmek yerine; Los Alamos bilim insanları kutlama yaparken, dehşetinin Oppenheimer'ın zihnine ve hayal gücüne sızmasına izin verir. Sonrasındaysa trajediyle uyuşmaktan kurtardığı seyirciyi ciddi tartışmaların ve sorgulamaların merkezine atar. Bu müthiş akıllıca ve izleyici psikolojisine göre tasarlanmış bir kurgu dizgesidir.

Nolan’a getirilebilecek belki de tek tük eleştirilerden biri ise kadın karakterlerdeki ölçüsüz ıstırabın aralara flaş ışığı gibi çakmasının karakterlerde kesintili bir var oluş algısı yaratarak gerçek hikayelerine başvurma ihtiyacı doğurmasıdır. Nolan bu karakterleri sıfırdan oluşturmadı uyarladı ancak hangi kısımlarını nasıl göstereceğini kasıtlı seçti. Bu önemli bir detay. Örneğin Jean Tatlock la aralarında sürekli paylaşılan çiçek gerilimi Oppenheimer’in bize nasıl bir karakter yapısı olduğu ile ilgili net veriler sağlamak adına güçlü bir alegorik önermedir ancak bu karakterdeki başarısız örgü şuradan kaynaklanıyor; Ruh sağlığı konusunda sıkıntılar yaşayan Tatlock’un sıkıntılarının kaynağı sanki heteronormatif bir insan olmayışının baskısından değil de Oppenheimer’a olan saplantılı başarısız ilişkisindenmiş gibi tek düzlem üzerinden okunmaya elverişli kılınıyor. Ayrıca karısı Kitty (Emily Blunt) da alkol bağımlısı olması ve stabil bir karakter olmadığı konusundaki yine dozu kaçan ve görünürlüğü keskin iniş çıkışlarla aktarılan surreal bir karakter olarak çıkar karşımıza.

İştahlı Bir Vatansever

Sonuç olarak Cristopher Nolan imzalı Oppenheimer'ın dünyanın yanmasını izlemek mi yoksa bu yıkımın olmasını engellemek mi istediği çok önemli değildir. Üç saatlik serüvenin sonunda Nolan ve Murphy sayesinde tam bir Oppenheimer görürüz aslında. Ne canavar ne kurtarıcı ne kurban ne de kötü adam ama sonunda sadece bir adam.  Dünyayı yok etme iştahıyla küçük sıkışık bir ofiste toplanan adamların arasında tedirgin bir halde oturur. Kibarca nereyi bombalayacaklarını konuşurken içlerinden birinin orada balayı yaptığı için Kyoto’dan vazgeçtiği ama binlerce insanını “kültürel anlamını” balayında keşfedemediği için mahkûm ettiği coğrafyayı paylaşmalarını izlemektedir. Amaç zaten bitmekte olan savaşı sonlandırmak da değildir. Değerlerini yok ederek ehlileştirdikten sonra güzelliklerini ve farklılıkların öveceği Japonya için dünyanın en etkili silahı ellerindedir. Ben belki de Nolan’ın Oppenheimer’ını en çok o sahnede affetmek istedim çünkü en çok o sahnede bir bilim insanının olması gerektiği yerde değildi. Bu sahne savaşın ahlakı, bilim ve siyaset arasındaki kanlı kavşağı gösteriyordu, gücün sınırları ve bilimsel düşünce hakkında, diğer pek çok şey hakkında soru ve tartışmaları ateşliyordu. Siyasetteki entrikaları anlamadığının ipuçlarını Nolan zaten o vakte kadar birçok detayla vermeye çalışmıştı. Ancak o odada sıkışıp kalmasını ne bilim ne siyaset konusunda aslında öncelikli söz hakkı olmadığını belki de ilk kez bu denli net olarak hissetmesini tasvir eden sahneydi. Bu silahı iştahlı bir vatansever olan Oppenheimer’a borçluydu Amerika ve altın çocuğunu hep yanında tutmalıydı, ta ki mızmızlanana kadar. Bu nedenle, bu üst düzey dehaya sahip Amerikalı adamla ilgili filmde Nolan zekice iki zaman çizelgesi kullandı ve dahi Oppenheimer'ın yükselişiyle nükleer silahların insanlık için bir tehdit olduğuna inanan Oppenheimer'ın toplum içindeki düşüşünü karşılaştırdı. Ve bunu az önce sözünü ettiğim toplantı sahnesinde olduğu gibi film boyunca aralarda ve kendine özgü kurgu yöntemiyle sona kadar taşıdı. Bu hiç bitmeyecek olan bir hesaplaşmanın görselleştirilmesiydi. Takdir izleyicinindir, eminim bu konuda onun da bitmeyen bir hesaplaşması olacaktır ve Oppenheimer da bir başyapıt olarak sinema tarihindeki yerini alacaktır.

Siz de yorumunuzu yapın

Tüm Yorumları Görün