Burcu Sunar Cankurtaran
İlk yazımda Şalom’da yazıyor olmanın heyecanını paylaşmış, insan türünün maceralarının derinliğinden ve genişliğinden bahsetmiş, zamanla insana dair pek çok şeye temas etmeye çalışacağımızı yazmıştım. Yazı sona ererken de bilimin kuantum fiziğiyle tanışmasıyla birlikte kazanabileceği açılımları sosyal bilimlerin pek de umursamadığını söylemiştim. Bugün bu konuya eğilmek istiyorum, ama merak etmeyin, anlaşılmayacak ölçüde bilimsel bir dille anlatmayacağım -zaten o derece bilgi sahibi de değilim- hatta o kadar günlük bir şekilde ifade etmeye çalışacağım ki, fizikçileri kızdırmaktan endişelenmiyor değilim.
Önceki yazıda kuantum fiziğinin, devrim niteliğindeki pek çok bulgusunun yanı sıra, “gözlemci gözleneni etkiler” dediğini söylemiştik. Çift yarık deneyi olarak bilinen düzeneğe ve çeşitli versiyonlarına şöyle bir göz atın. Bir de Schrödinger’in ünlü kedisine bir bakın. Özeti şu: Meğer, doğa bilimlerinin kesinlik, nedensellik, determinizm, öngörü, ölçüm gibi temel kavramlarıyla ilgili bilmediğimiz şeyler varmış. Kesinlik değil, olasılıklar dünyasındaymışız; bir şeye bakıp görünceye kadar ne olduğunu kesin bilmemiz mümkün değilmiş; sebep ve sonuç, sandığımız sıralamada ve sandığımız zorunlulukta birbirine bağlı olmak zorunda değilmiş; ölçmeye çalıştığımız şey, tam da biz onu ölçmeye çalıştığımız için değişime uğrayabiliyormuş; gören, sadece gözlemci değil, etki edenmiş.
İşte kalbimi deli gibi çarptıran yerlere geliyoruz! Tüm bunların ‘insan’ için anlamı ne? Doğa bilimlerinin ve sosyal bilimlerin sınırlarını tartışmak, aslında ‘insanın sınırlarını’ tartışmak değil mi? ‘İnsanın sınırları’ ifadesi bile kendi başına büyüleyici gelmiyor mu kulağa? İnsanı yeniden tanımak, yeniden tarif etmek, sınırlarını ya da belki sınırsızlığını yeniden keşfetmek… Dünyanın işleyişini daha iyi kavramak, hakikate daha çok yaklaşmak demek değil mi? Tabii bir hakikat ve bizim de ona ulaşma merakımız varsa... Bana sorarsanız hayat bizi dansa davet ediyor! Hadi benimle eğlen diyor! Evet, biraz konforumuzdan olabiliriz, neticede alışılmışın dışında olan, insanı genellikle ürkütür ve zorlar, ama karşılığında deneyimleyeceğimiz yeni gerçeklik için buna değer!
Bence dans etmek için harika bir zaman! Hani en eğlendiğimiz dansımız, dansta iyi olup olmadığımızı, izlenip izlenmediğimizi umursamadan, kendimizden geçtiğimiz danstır ya, günümüzün bilimi de bize “saçmalamaktan korkma, keşfetmek için elinden geleni yap!” diyor. Metaverse, yapay zeka, uzaylılar, dünyanın süper gücünün devreleri karışmış bir robot gibi davranan başkanı, Mars’ta koloni, gerçek hayatta değil sosyal medyada yaşamayı iyice kanıksamış insanlar, bitmeyen online toplantılar, 30 liraya çay, bu sürreal ortamda azıcık beyin jimnastiği yapmışız, çok mu?
Ontolojiye ve epistemolojiye yeni bir gözle baksak mesela? Ontoloji, ‘ne?’ sorusunun cevabına karşılık gelir. Epistemoloji ise, sorduğumuz ‘ne?’ sorusunun cevabına nasıl, nereden, hangi yolla ulaştığımızı ifade eder. Popüler kültür ürünleriyle ve çeşitlenen medya platformlarıyla epey rağbet görmeye başlayan aile dizimi, astroloji, tarot, reiki, theta healing gibi teknikler, epistemolojik olarak bambaşka bir gerçeklikten söz eder. Bilgiyi ‘kanaldan’, ‘alandan’, ‘göksel mekanizmaların rehberliğinden’ aldıklarını ve ilettiklerini söylerler. Olamaz mı yani? Saçma mı? Neden? Hangi bilgi kümesine göre saçma? Kendinizi, kullandığınız tekniğe bağlı olarak nesne ya da özne olarak işin içine koyup, bunları kendi üzerinizde denediniz mi? Evde çift yarık deneyi yapmanız zor olabilir, kimyager değilseniz olmayacak şeyleri birbirine karıştırıp patlayacak mı bakalım da demeyin tabii. Ama mesela alanlarına hâkim olan kişilere başvurmak koşuluyla, zorlandığınız aile dinamikleriniz varsa aile dizimi yaptırabilir, hayatınızla ilgili genel bir rehberlik için bir astrologdan danışmanlık alabilir, bir tarot uzmanından belirli bir konuda okuma rica edebilir, şifasını bulamadığınız bedensel bir sorununuz için reiki’yi ya da theta healing’i deneyebilirsiniz. Bunları yapmak ayıp değil, korkmayın, saçma da değil. Düşünün ki deneyleri kendi üzerinizde yapıyorsunuz. Baktınız, sarmadı, bir daha denemezsiniz. Ama ya aldığınız bilgiler size çarpıcı gelirse? İşte eğlence esas o zaman başlar! “Ama nasıl olur, neden, çok saçma, imkansız, yok yok bu sadece bir denk gelme, bir daha deneyeceğim ve çürüteceğim önceki tesadüfü!” der, bir sonraki deneyinizi yaparsınız, sonra bir sonrakini, sonra bir sonrakini ve bir bakmışsınız, yaşamın bambaşka renklerini, bambaşka yüzlerini, ‘akıl-dışı’ ahengini tanıma yolculuğundasınız!
Bunları çok mu abartılı buldunuz? Tamam, bunlarda ısrarcı olmayacağım, o zaman bilimselliği daha kabul edilen önerilerde bulunayım. Göz renginiz, vücut şekliniz, anneannenize, büyük babaannenize benzediğinde şaşırmıyorsunuz ama yaşadıklarınızla, seçimlerinizle, tutumlarınızla onların yaşadıklarını tekrar ettiğinizde bunun bilimsel bir açıklaması olamayacağını mı düşünüyorsunuz? O zaman ‘epigenetik’ kavramına biraz zaman ayırın. O da sarmazsa Carl G. Jung’un ‘eşzamanlılık’ dediği kavrama bir bakın, izninizle bu sonuncusunda ısrarcı bile olacağım!
O da mı olmadı; o zaman Pinokyo’yu okuyup yaşlı Gepetto’nun Pinokyo’yu nasıl ve neden ‘yarattığını’, sonra da Pinokyo’nun nasıl gerçek bir çocuğa dönüştüğünü okuyun; biraz mitoloji karıştırıp karizmatik Zeus’un azametine hayran kalın; gün batımında gözlerinizi kapatıp denizin ve rüzgârın sesini dinleyin; âşık olup hayatın güzelliğini en baştan keşfedin, tabii yeterince cesursanız ve hakkını vermeye hazırsanız. Hepsi size insanın ve evrenin şarkısını söyleyecektir.
Romen din tarihçisi Mircea Eliade’nin çok sevdiğim ifadesiyle “kutsal, tezahür eder”. Belki bir sonraki yazıda, insanın dünyadaki tezahürünü, kuantumun “gözlüyor olmanın, gözleneni etkilediği” tespitiyle birlikte konuşuruz.