UNESCO ve Kültür Bakanlığının ´Yaşayan İnsan Hazineleri´ kriterlerine göre yapılan değerlendirmeler sonucunda ´VI. Uluslararası Özkan Mert Onur Ödülleri´ sahiplerini buldu. ´Türkiye´nin Nobel Barış Ödülleri´ kapsamında piyanist, besteci, soprano, müzikterapist ve yazar Renan Koen, Müzik Onur Ödülü´ne layık bulundu. Değerli sanatçımız Renan Koen´i aldığı bu ödülden ötürü tebrik ederek başladığım söyleşimizi Şalom okurlarıyla paylaşıyorum, dostlukla tabii…
‘Türkiye’nin Nobel Barış Ödülleri’ kapsamında layık görüldüğünüz Müzik Onur Ödülü sizde nasıl duygular uyandırdı?
Aday gösterildiğimi dahi bilmiyordum. Dolayısıyla haberi aldığımda çok şaşırdım ve çok mutlu oldum. Herkes mutlaka büyük bir çaba içerisinde, hayatla, yaptığı işle. Çabalamak zaten yaptığımız bir şey ancak bu çabanın görülmüş olması çok duygulandırıyor insanı. Bu ödüle layık görüldüğüm için onur duyuyorum.
“Benim için, içimizdeki üretici ruh ile tanışmak ve onu canlı tutmak, kendi özgün tınımızı bulmak, barışın başlıca şartı”
Çalışmalarınızı sürdürürken besteciliğinizi de birleştirerek oluşturduğunuz müzikterapi yönteminizden bahseder misiniz?
Müzikterapi eğitimi alırken, kişiye nasıl yaklaşılacağı ile ilgili çok soru sordum. Çünkü aldığım eğitimde danışacak olan kişiye rastlantısal olarak müzikler dinletiliyordu ve bu bana çok ters geldi. Bu rastlantısal metot ile bana gelen kişiye müzik anlamında nasıl yaklaşacağım hiç kafama oturmamıştı. İki sene sonra hocam bana, kendi hocasının kitabında yer alan bir soru listesi önerdiğinde araştırdım ve bu soruları daha da geliştirdim. Çünkü bana göre her insanın ses hafızası farklı hafızalanmış durumda, çünkü aynı sesleri duysak dahi hepimizin algısı, duyuşu çok farklı. Bana gelen kişiye bu soruları sorduktan sonra verdikleri cevapları da nasıl işleyeceğim konusunda bir yöntem geliştirerek o kişiye veya grup çalışması ise kişilere özel ‘ses kolajları’ hazırlıyorum ve bu şekilde ilerliyoruz. Bazen bazı terapistlerle birlikte çalışıyoruz. Kişinin kendinden çıkan bir bilgi olduğu için çok etkili bir çalışma oluyor. Birebir çalışmayı da diğer terapistlerin seanslarına ikinci bir terapist olarak gitmeyi de çok seviyorum.
Anadolu kültürü ezgileri ve dünya yerel ezgilerine olan ilginiz nasıl oluştu? Sefarad Otantik Halk ve Sinagog İlahileri üzerinde çalıştığınız ‘Kayıp İzler Gizli Anılar’ isimli albümünüzdeki çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Klasik müzik eğitimi almış olmama rağmen türküler hep gönlümün içindeydi; çok severim. Her milletten halk şarkılarına da çok ilgim var. Türkülerin dili çok yalın ama çok çok güçlü. Bazen bir kelime ile bir derin dünya anlatıyor. Türküler veya başka bir deyişle halk şarkıları ‘sesli tarihlerdir’ bana göre… ‘Kayıp İzler Gizli Anılar’ albümü ise ailemin İspanya’dan çıkıp İstanbul’a varmalarının müzikal anlatımla göç hikâyesidir. Bu göç hikâyesini dağıldıkları geniş coğrafyadaki Sefarad halk şarkıları üzerine inşa ettim.
Federico Garcia Lorca’nın ‘13 İspanyol Halk Şarkısı’nı Türkiye’de ilk kez Soprano Şebnem Ünal ile birlikte siz yorumladınız. Lorca’nın deyimiyle “Müziğin renklerinin ses dalgacıklarınıza karışması” nasıl oldu?
Ben o zaman çok gençtim. Çok değerli Şebnem Ünal’ın, Lorca’nın ‘13 İspanyol Halk Şarkısı’ için piyano eşliğine ihtiyacı vardı. Ortak bir dostumuz aracı oldu ve tanıştık. Lorca ile başlayan konser hayatımız, müziğe duyduğumuz büyük açlık ve aşkla çok başka projeler yapmamıza da sebep oldu. Ünal’ın değerli tezi olan aynı dönem içerisinde yaptığımız ‘Avrupa’da ve Osmanlı’da Müzik’ bu çalışmaların ilki sayılır. Dünya halk şarkılarını yaptık, çok çeşitli aynı dönem farklı coğrafyalardaki müzikleri bulduk, seslendirdik. Bu yolculuk esnasında Melodias Epicas adlı oda müziği topluluğumuzu kurduk. Başta kemençe sanatçısı Prof. Nermin Kaygusuz olmak üzere birçok değerli Türk Müziği sanatçısı arkadaşımız da ara ara aramıza katıldı. Lorca’nın çok güzel ifade ettiği “Müziğin renklerinin ses dalgacıklarınıza karışması” deyişine ben şöyle demek isterdim; “Ses dalgacıklarının çeşitli resimler gibi müziği oluşturması”.
Holokost’u Anma ‘Uykudan Önce’ albümünüzün temelini oluşturan ‘Pozitif Direnç’ terimini nasıl oluşturdunuz? Sonrasında gelen eğitim fikri nasıl oluştu?
Seneler önce, Theresienstadt’a hapsedilen sanatçıların yasak da olsa eserler vermeye devam ettiklerini öğrendiğimde çok etkilenmiştim. Başında Theresienstadt için hissettiğim şey, çok derin bir üzüntü duyduğum kapatılmışlık hissiydi. Fakat eserler elime geçtikten sonra inceleme ve yorumlama aşamasında anladım ki, bu kapatılmışlık gerçekliğinin içerisinde bestecilerin hayata olan bağlılıkları bunun da ötesinde orada yaşadıklarını gelecek nesillere müzik yolu ile aktarmak ve belgelemek arzusu ile başarısı, her türlü engelin önüne geçmişti. Müzik eğitimleri sırasında aldıkları yüksek disiplin içeren formasyonları, Terezin Konsantrasyon Kampında yaşadıkları süre boyunca yüksek bir Pozitif Dirence dönüşmüştü. Hayranı olduğum Zikmund Schul, Pavel Haas, Gideon Klein ve Viktor Ullmann’ın eserlerini derinlemesine incelediğim zaman gördüm ki, bu dört bestecinin her biri, kendilerini böylesine vahşet ve zorluklarla dolu bir ortamda tekrar tekrar her gün ve her dakika müzik yolu ile dönüştürebilmişlerdi. Hem yaşadıkları coğrafya itibariyle ailelerinden aldıkları disiplin, hem de her birinin ayrı ayrı aldığı, kendi dilini yaratmaya yönelik, aynı zamanda son derece katı ekollerin öğretilerini içeren eğitim ve bu eğitimin gerektirdiği disiplin, pozitif dirençlerini daha güçlü bir şekilde ortaya çıkartmış, savaşın ve Nazi Almanya’sının yok etme gücüne karşın, kendilerine, müziğe ve yaşadıkları Theresienstadt’a sahip çıkarak, aralarındaki iş birliği ve dayanışmayı da her an güçlendirmişlerdi.
‘Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç’ adlı tasarladığım eğitim; “Tarihin gerçekliği ile anlatılması ve gençlerin içlerindeki pozitif dirençlerini keşfetmesi” olmak üzere iki aşamadan oluşuyor. Holokost tarihini seçmemin pek çok nedeninden belki de en önemlisi, Holokost’un aynı zamanda nefretin tarihinin benzersiz bir şekilde geldiği nokta olmasıdır. Nefret ötekileştirmeyi getirir. Öteki, kurtulunması gereken bir düşman halini alır. Düşman, düşman olarak ilan edildikten sonra, o düşmandan kurtulabilmek için yok etme eylemi gerekir. Düşman, en ufak topluluktan en geniş toplumlara kadar yoktan var edilebilir. Tarihin geldiği bu korkunç Holokost noktasını müzikle anlattığım eğitimin ilk bölümü, gençlerin kendi duygu ve düşüncelerini dile getirdikleri interaktif bir yapıyı içeriyor. Eğitimin ikinci bölümünde ise, gençlerin içindeki Pozitif Direnci ortaya çıkarmak üzere çalışıyorum. Yeteneklerini bulmanın ve yaşamlarındaki olumsuzluklara ne şekilde cevap vereceklerinin yollarını beraberce geliştiriyoruz. Tüketmektense yaratmanın, sahip olmaktansa sahip çıkmanın önemli olduğu bu eğitim bütününün olmazsa olması, ürün vermelerini sağlamak. Hiçbir fark gözetmeksizin gençlere öğretilmesi gereken Pozitif Direnç, hem Holokost’u hatırlamak ve bu insanlık felaketi üzerinde düşünmek için önemli, hem de gençlerin yaşamlarındaki her türlü şiddete HAYIR diyebilmeleri için, kendi pozitif dirençlerini geliştirebilmeleri açısından oldukça önemli.
Tasarladığım bu eğitim gençleri derinden etkiledi. Bazılarının gözlerinde daha da derinden gördüğüm merak pırıltıları beni ‘March of the Music’ öğrenci hareketini tasarlamaya yöneltti. ‘March of the Music’ hareketini 2016 yılında oluşturdum. March of the Music yurt içi ve yurt dışında ‘Holokost Gerçekliği ile Pozitif Direnç’ eğitimimi alan öğrencilerin katılmaya hak kazandıkları bir gezidir. Bu gezide, savaştaki ismi ile Theresienstadt, şimdiki ismi ile Terezin kentine gidiyoruz. Bu gezide, öğrencilere koyduğum tek bir şartı var, o da sonrasında hissettikleri ve deneyimleri ile ilgili bir ürün vermeleri. Yetenekleri, aldıkları eğitim veya istekleri her ne yöndeyse bu ürünleri yaratıyorlar. Verdikleri bu ürünlerini tamamlamalarını takiben dünyada çalınmasını, yayınlanmasını, basılmasını sağlıyorum. Çünkü benim için, içimizdeki üretici ve yaratıcı ruh ile tanışmak ve onu canlı tutmak, kendi özgün tınımızı bulmak, barışın başlıca şartı. Gezi, aynı zamanda ortağı olduğum ‘Gustav Mahler: Everlasting Hope / Terezin Composers’ Vakfının düzenlediği müzik festivalinin bünyesinde gerçekleşiyor. Benim de konser verdiğim bu festival, birçok müzisyen ve müzikolog ağırlıyor. Festival içinde hem konserlere hem de derslere katılıyoruz. Festival programının dışında, gençleri Terezin’de; bu şiddet dolu tarihin geçtiği yerlerde dolaştırıyorum. Gettoda tutsakların kaldıkları barakalarda kalıyoruz. Orada kalmak bile başlı başına bir deneyim. Ben şahsen orada kaldığım gecelerde hiçbir zaman uyuyamıyorum. Festival komitesi ve benim tarafımdan, sadece bu gezinin gençlerine özel düzenlenen bölümü ise, Theresienstadt’tan savaş bittiği için kurtulabilen bir survivor ile tanışma toplantısıdır. Gençlerle uzun uzun aramızda tartışıp sorular hazırlıyoruz ve bu soruları, ‘survivor’a sorma imkânı buluyorlar. Fiziksel ve duygusal olarak yoğun bu program içerisinde, ürün yaratma sürecine de hep birlikte, Terezin’de başlıyoruz. Şimdiki gençler bir harika. Onların sayesinde geleceğe, bir gün bırakacağım dünyaya çok daha umut dolu bakabiliyorum.
Tekrar tebrik eder deneyimlerinizi bizlerle paylaştığınız için teşekkür ederiz.