Kelime kökeni ‘island’dan türemiş olabilir belki de, izole olmak gibi sanki, yanlız olmak, etrafının denizlerle çevrili bir kara parçasında tek başınalık, başlı başına bir serüven gibi. Aslında pek de yalnız kalmışlık denmeyebilir.
Bu yalnızlığın kendinle barışık bir ortak duyguda birleştiği de görülür. Dayanıştığınızı bile farkedersiniz, dostluk kardeşlik ve adeta birbirine karşı sorumluluk duygusunun pekiştiğinı tuhaf bir şekilde hissedersiniz...
Adanın yalıtılmışlık duygusu bir yerde bağ kurar kapı komşusu, esnafı, okulu, kaptanı, zabıtasıyla hatta mevsimlerle değişen doğasıyla, iyi günde kötü günde sevincinde ve kederinde…
Yıllarca süren külliyatlı bir etnografik çalışma ile tarih boyunca varlığını yaşadığı İstanbul Adalarına yapıtlarıyla imza atan Akillas Millas adaların yıllar süren yolculuğunun en derin tanığı olmuştur. Kitapları okurlarına ve birçok ‘Adalı ve Ada’yı Yazanlara’ 26-27 Ağustos tarihlerinde Adalar'da harika bir etkinlik düzenlendi.
“Adalı Yazarlar, Adaları Yazanlar” sloganıyla duyurulan ve tüm adaların katılımıyla gerçekleşen etkinlikte farklı oturumlarda aralarında İpek Çalışlar, Ahmet Ümit, Gündüz Vassaf, Yakup Barokas, Alberto Modiano, Viktor Albukrek, Ahmet Tanrıverdi (Fıstık Ahmet) ve birçok ismin buluştuğu yazarlar kitapları üzerine konuştular.
Adalar'ın yerel tarihi üzerine kitaplarıyla bilinen birçok yazar da Adaların tarih yazımı üzerine sohbet ettiler ve biz adalılarda bu buluşmalardan tarifsiz haz duyarak varlığımızın adalı duygusunu farklı boyutlarda algıladık.
Edebiyatı yaşam olgusuyla tümleyen ve adalılık duygusunu her satırında yansıtarak yazılarını sürdüren nice yazarımız Ada’yı yazma okuma söyleşme konusunda nasılda birbirleriyle yarıştılar.
Ben de onları dinlerken çocukluğum gözümün önüne geldi. Sıralama böyleydi değil mi? Çocuktuk babamız ellerimizden tutar ve vapura Sirkeci’den binerdik. Çoğunluk Paşabahçe’ydi... Turnikeden parasız geçtiğimiz yaşlardı. Bir merdiven, üç basamak çıkılıyor, üç basamak iniliyor, ardından ada vapurunun deli dolu, mavi köpüklü macerası başlıyordu. Dünya o zamanlar nasıl da büyüktü. Önce hangi adaya uğruyorduk peki? Kınalı’ya değil mi? Sonra Burgaz’a (Abasıyanık’ın yanık adası, Adasıyanık), sonra Heybeli ve nihayet Büyükada...
Akşam Gazetesi’nde, 1948 yılında Cemalettin Bildik, bugünkü değil; ama benim henüz yaşıyor olmadığım o günkü ada vapurlarını anlatmış bize...
Dilindeki masumiyete ve çocuk saflığına dokunmadan aktarıyorum:
“10.20 vapurunun bu müthiş insan kalabalığı içinde ben de Büyükada’ya gidiyorum. Bu gidişin ne çeşit bir yolculuk olduğunu bilmeyenler, vapurun arkada tarafındaki koltuklardan birine oturduğumu, püfür püfür esen serin bir deniz havası içinde haftanın yorgunluğunu çıkara çıkara, etrafın güzel manzarasını doya doya seyrederek yola devam ettiğimi sanırlar ve belki de imrenirler. (...) Nane ve limon şekercisi, sandviççi, nazarlık boncuğu satanlar, güneş gözlükçüsü, simitçi, terazisinin tek gözüne doldurduğu armutla avaz avaz haykıran bir seyyar satıcı. Hülasa bütün bunlar vapuru, bir yolcu vapuru olmaktan çıkarmışlar da seyyar panayır haline getirmişler. Az kalsın unutuyordum. Ya o çikolata, çiklet satanlar…”
Melih Cevdet Anday’ın “Müslümanı, Yahudisi, Urumu / İsporcusu, ihtiyarı, veremi / Kiminin saçı uçar / kiminin eteği” dediği bu vapurlar eskimemiş ama yorgun yaşlıların birbirini selamladığı, çokça yüzü diğerine aşina olduğu bir devirmiş... Çaycısı, satıcısı, bisikletlisi, yeni çıkmaya başlamış taze sevgilileri, yüz yıldır birlikte yaşasa da hâlâ birbirine âşık evlileri, ihtiyarı, genci, öğrencisi, şairi... Herkes oradadır. Bu vapurlardan kimler gelip geçmiştir kim bilir?
Kısacası son iskeledir Büyükada. Mihran Azaryan’ın tasarladığı Büyükada İskelesine yanaşır vapur, Prinkipo’ya. Bir adadır işte. Gerçeklerinin yanında hayalleri de vardır adanın. Yanaşalım o halde bir zaman tünelinden geçerek... Jak Deleon tutsun elimizden. Bakın şurada, Beyoğlu’ndaki Brasserie Jannie (Yanni Birahanesi) adada şube açmıştır, konuklarına Viyana birası sunmakta. Restaurant Select, lokanta ve çay evi; ikindi vakitleri minik pastalar ve börekler eşliğinde çay veriliyor; Débarcadère (İskele) Kahvehanesinde, vapurdan inenlere deniz havasının sarhoşluğundan sıyrılsınlar diye acı kahve verirler hemen.
Adaya bastık ayağımızı işte. Vapurdaki kadar olmasa da rüzgâr var. İlhan Berk görse “bu delikanlı rüzgâr nereye böyle, bu gidiş ki yarı haç sayılır” diye alıntı yapardı bir şiirinden. Peki ya bu koku, bu koku nedir böyle denizin lavanta benzeri kokusu? İskeleden çıkana dek, yolcu kalabalığında ezilmeden, yürüdünüz. İstanbul adalarının en güzelindesiniz. Ev sahiplerinin evlerini özenle inşa ettiği, benzersiz mekânların, anıların bulunduğu bir yer. İki farklı yöresi var adanın. İskeleye ayak basma yönüne göre sağa gidilirse Nizam, sola gidilirse Maden.
Oysa şimdi, bu iki günlük Adalı Yazarların Adayı yazanlarla buluştuğu bu etkinlik sonrası, babamla balığa çıktığımız sisli hatıralar gözümün önünde. Sabahın erken saatinde tekneyi iteleyip denize sürdüğümüz ve ağ atmaya gittiğimiz adanın Yassı Ada yönünde yarı ürkek yarı kuşkulu çocukluğum, bakamazdım o yöne.
Yaşananlar sessizce dilden dile aktarılırdı. Mahkemeler ve sonuçta yok olan adalet, tıpkı yitirilen hatıralar gibi sisli.
Dün, Viktor Albukrek’i dinledim, Adayı Yazanlar kapsamında söyleşti bizle. Adalı hatıralarının birleştiği nesnelere dönüştüğü ve avuçlarımızda hissedebileceğimiz onlarca hatırayı derledi. Biz adalılarla, hatta olmayanlarla bile yalnızlığın ötesini aşıp dostça kardeşçe ve deniz gibi yaşayacağımız.
Gün olur alır başımı giderim
Denizden yeni çıkmış
Ağların kokusunda,
Şu ada senin, bu ada benim
Yelkovan kuşlarının peşi sıra
Gün olur başım, kadar güneş
Gün olur başıma, kadar mavi
Gün olur deli gibi…