Adalar Belediye Başkanı Erdem Gül ile, imar planı başta olmak üzere, gündemdeki konuları konuştuk.
Adalarının gündeminde uzun bir süre faytonlar vardı. Faytonların kaldırılması hem çevre hijyeni açısından hem de hayvan hakları açısından doğru bir karardı. Fakat akülü araçlar çoğaldı ve trafikte yoğunluk oluştu. Bu sorunlara yönelik düşünceleriniz ve çözümleriniz neler?
2019’da yönetime geldiğimizde fayton meselesini kucağımızda bulduk. O zaman başlangıçta bir ulaşım çalıştayı yapmıştık. Faytonlar tek ulaşım aryacıydı hatırlarsanız, başka bir ulaşım aracı yoktu. Faytonların ulaşım aracı olmaktan çıkarılması yönündeydi… Bir süre sonra gerekli adımları Büyükşehir Belediyesi ile attık. İBB meclisinden de geçirdik ve faytonlar ulaşım aracı olmaktan çıktı. Atlar toplandı, faytonlar kalktı. Fakat o sırada, Adalara klasik araçları da sokmadığımız için çözüm olarak elektrikli araçlar bulundu; İETT taksi ve toplu taşıma araçları kullanmaya başladı. Bu aslında önceden planlanmış, stratejik olarak hazırlanmış bir durum değildi. Önümüze çıkan ani bir meseleyi çözme girişimiydi. Hatta İETT’nin araçları oluştuktan ve elektrikli araçlara geçtikten sonra genel bir memnuniyet vardı. Tabii ki her sette belli bir tepki de olacaktır ama genel bir memnuniyet vardı. Fakat önceden bir planlama olmadığı için tabiri caiz ise “kervan yolda düzüldü”. Bunun getirdiği tabii birtakım aksamalar oldu. Önce araçların sayısının azlığı, özellikle yaz döneminde yetişmemesi gündeme geldi. Araç sayısı artırılarak, dört adaya yayıldı. Fakat yazları yaşanan sıkıntı devam etti. Getirilen araçların yetmeyişi, bireysel akülü araçların çoğalmasına neden oldu, bu da bazı sorunları beraberinde getirdi. Bir, Adaların yaya adası olması önünde bir engel olmaya başladı ki biz Adaların, özellikle çarşısının, İstanbul’dan farklı olarak yaya adası olmasını istiyoruz. İki, korsan problemimiz oldu. Bunları denetlememiz ya da yok etmemiz için merkezi yönetim, yerel yönetimler, İBB, kaymakamlık, emniyet ve Adalar Belediyesi olarak ortak çalışmamız gerekiyordu. Bu ortak çalışmada zaman zaman güçlük çektik ve gelinen noktada -üç yıllık bir deneyim oldu neredeyse- zorlanıyoruz açıkçası.
Çünkü genel olarak bir araç bağımlılığı var. Yani adada araca binmemesi gerekenlerin de, hatta yaşı genç olanların da -ki bu adalılar kültürüne çok uygun bir şey değil- araçlarla gittiklerini, zaman zaman hız sınırına uymadıklarını, yaşlı nüfusu kaygılandırdıklarını görüyoruz. Belki şu ana kadar çok ciddi bir şey yaşamadık ama her zaman bu risk var. Şu anda emniyet ve kaymakamlıkla biraz daha çarşıyı boşaltmaya çalışıyoruz. İETT de araçlarını çoğaltıyor. Ancak ne kadar çoğaltsanız da yeterli değil, ama daha fazla da çoğaltılmasını istemiyorum çünkü adaya bu kadar araç girmesi doğru değil.
Yeni imar planı hakkında ne düşünüyorsunuz? Adalı yurttaşlardan ve STK’lardan ağırlıklı olarak olumsuz tepkiler var. İmar planıyla beraber Adaların kültürel mirası eskisi gibi korunacak mı? Adaların siluetinin bozulacağına ve demografik yapısının değişeceğine dair endişeler var (Örn: nüfusun artması). Adalar UNESCO Dünya Mirası Listesine girmeye aday ve buna ilişkin resmi bir süreç yürüten bir coğrafya. Ada sakinleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İstanbul İl Müdürlüğü önünde toplandı. Adalılar adına Tilbe Saran’ın okuduğu bildiride öne çıkan başlıklar: Kıyıların plan dışı bırakılması, Adaların sayfiye özelliğini yitirme endişesi, hazırlanan planın lojistik, ulaşım, ziyaretçi yönetimi ve son zamanda en çok gündemde olan afet planlamasını içermediği ve özellikle de Burgazada’da 2000m2 otel inşaatına izin verilmesi. Bu endişeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
Adaları ranta açmak, inşaata boğmak gibi başlıklar dışında Adaların yapısının, dokusunun bozulabileceğine ilişkin kaygıları saygıyla karşılıyorum. Adaları ranta açmak bir niyet sorunudur. Adaları ranta açarsınız ya da açmazsınız, bu bir bakış açısıdır. Bizim bakış açımız Adaların korunması şeklinde. Geldiğimizde Adaların yıllardır planı yoktu. Eskiden planlar oluşmuş ancak itirazlar üzerine, daha doğrusu yargı süreciyle iptal edilmiş. Bir kere Adaların planı koruma amaçlı nazım imar planı. Dolayısıyla biz her zaman bir planı savunmak zorundayız. Plansızlık başımıza başka işler açıyor.
Planla ne olacağına bizim karar vermemiz gerekir. Adalar ne olacak? Turizme mi gidecek, sadece bir yazlık sayfiye yeri olarak mı kalacak, günü birlik konaklama yeri mi olacak, dini ya da tarihsel miras yeri mi olacak? Bütün bunlara planla karar vermeye çalışıyorsunuz. Görünen o ki, planda bunların hepsi var. Dört ada bakımında söylüyorum. Ama, bir-iki olumlu noktayı saymak istiyorum. Yeni bir konut ya da başka bir şey için yeni arsa üretimine izin vermiyor. Bu iyi, yani korumaya yönelik. İkinci de… Biliyorsunuz mevcut konutlarımız ya da binalarımız yıkıldığı zaman yerine yapılabiliyor. Söz konusu plandan sonra şöyle olacak: Orada kaç katlı olursa olsun 6,5 metreden fazla yüksekliğe izin vermiyor. Yani iki katla sınırlıyor. Bu nedenle hala 3-5 katlı binaları olanların “biz hak kaybı içindeyiz” dediklerini duyuyorum. Tarihi eser ya da olmayan binaların olduğu arsada, arsanız ne kadar olursa olsun ikinci bir binaya da izin vermiyor, tek bir bina olacak. Bunlar koruma açısından olumlu.
Söylediğiniz kıyı meselesi… Kıyıdan başlatılması meselesinde evet bizim de anlayamadığımız bir sıkıntı olabilir. Ben de kaygı duyuyorum. Aynı şekilde ben de onlar gibi, yani olur ya insan hali, bir de Türkiye’nin yaşadığı bu çevre sorunları, hayat pahalılığı, kriz, paralıların daha çok kazanması, yoksulların daha çok yoksullaşması meselelerini de düşündüğümüz zaman rant önemli. Gözümüzden kaçar diye belediyede birimlerimize dedim ki Adaların korunmasına tehdit olabilecek bazı gelişmeler varsa oralara bir bakın dedim. Dolayısıyla 28’ine kadar bizimkiler de bakıyor. Eğer bir sorun görürlerse biz de belediye olarak itirazımızı yapacağız. İBB’nin hazırladığı ve Çevre Bakanlığına gönderdiği 1/5000’lik planda kıyılar dahildi. Bakanlığın, İBB’nin planına sadık kalmadığı tek nokta burası. Hem sivil toplum hem kişiler hem de biz buraya itiraz edeceğiz.
Kıyılar plana dahil olmalı. Oralarda da neler yapılacağını planda görmek isteriz. Tabii ki Adalar’da yazlık-kışlık farkı ve sit alanı olduğu için, lojistik, ulaşım, ziyaretçi planı ve afet planı olması gerekir. Belki bunun nedeni biraz hızla alakalı olabilir; hızlıca Adaları planlayalım biçiminde olabilir. Ama bunun da tamamlanması, bu boyutun da dahil edilmesi gerekiyor. Zamanla yapacağız bunu.
Burgazada’daki konuya da itirazlar olacak, bizim ve halkın da itirazları olacak. Henüz her şey bitti diye düşünmemek gerekir. Biz bütüncül bir plan savunuyoruz. İçinde sizin de saydığınız eksikliklere itirazlarımız var. Ancak bunların planın iptaline yol açmamasını istiyoruz. Plansız kalmamalıyız, planlı olmalıyız. Ancak ada dokusuna uygun olmayan unsurları düzeltmeye çalışacağız. Bizim bakış açımız ortadan kaldırmak değil, düzeltmek. Bu itirazlar görüşülecek, görüşüldükten sonra karar verilebilecek. Sonuçta yine Çevre, İklim ve Şehircilik Bakanlığı karar verecek. Artık onay yetkisi bakanlıkta.
Aya Nikola’da yapılması planlanan günü birlik tesisler ve Marta köyü çevresi için öngörülen düzenlemeler konusunda fikirleriniz ve halkın endişelerine cevabınız nedir? Kurum olarak bu noktalara da itiraz edecek misiniz?
Çarşının içinde demirci, ağaç işleri ya da gürültülü başka işler yapan, ağır işlerde çalışan esnaflar var. Bunların adanın içinden çıkartılması gibi bir bakış açısı mevcut. Katılımcı toplantılar düzenledik. Öte yandan “hayır bunu yapmayalım, adada lojistik bir tesise ihtiyaç yok” diyenler de var. Buna da itirazlar var aynı şekilde. Aya Nikola Koyunda ise birtakım arsalar var, o arsaların üzerine günü birlik tesis yapılması ada dokusunu bozar mı bozmaz mı, bu tartışmalı. Buna da itirazlar var zaten. Her şeyin beton gibi düşünülmemesi gerekiyor, belki bir kısmı prefabrik olacaktır. Sit alanı olmamız nedeniyle ve iki katlı olacaktır, yüksekliği 6,5 metreden fazla olamaz.
İnsanların endişeleri, Adaların da küçük İstanbul’a dönüşmesi...
Hayır bu asla olacak bir şey değil. Zaten sit alanıyız, sit alanı kimliğimiz ortadan kalkmıyor. Yapılabilecek yükseklik sınırı var, genişlik sınırı var. Bir de eskiden üstünde bina olup yeniden yapılabilecek arsa sayımız az. Bir de nüfus meselesine değinmek isterim; planda nüfus meselesi şöyle yazılmış. Plan kapsamında Adalardaki bağımsız dairelerin tamamı dolduğu zaman 32 bin kişilik bir kapasite oluşuyor. Bu bir senaryo. Ben 32 bin nüfusu riskli görmüyorum. Bunu da şöyle anlatayım: Mevcut kayıtlı nüfusumuz 16 bin. Ancak fiilen hiçbir zaman bu kadarla kalmıyoruz, biliyorsunuz. Bahardan yaza doğru, yazlıkçıların gelmesiyle (kira ya da mülk sahibi olanlar) 70-80 bine çıkıyoruz; günü birlik gelenleri saymıyorum. Yılın çok büyük bir bölümünde 100 bine yakın bir nüfusla yaşıyoruz.
Bu 32 bin senaryosu şuradan çıkıyor; her bağımsız dairenin 2,5 nüfusla çarpılması sonucu. Adalardaki plan sonrası oluşacak bağımsız yapıların, dairelerin dolması halinde 32 bin oluyor. Bunun önüne zaten çok geçilemez. Adaları ranta açmak cinayet gibi bir şeydir. Faytonların kaldırılmasında da bu söylenmişti. O zaman dedim ki, “Fayton mu Adaları koruyor?” Bu politik bir bakış açısıdır. Korumak istemezseniz, gidip Akbelen’de olduğu gibi ormanları kesersiniz, başka şeyler yaparsınız, bu politik bir tercih. Ama biz Adaların inatla, ısrarla korunması taraftarıyız. Burgaz’da yanılmıyorsam bir gecekondu bölgesi var; orada kalanlar da var, onların geleceği ne olacak diye sorular da var. Bu alanın bir kısmı vakıf arazisi, bir kısmı da özel mülkiyet. Bütün bunları hep beraber planlamamız lazım. Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullarda insanların bu tür duyarlı olmalarını ve kaygı içinde olmalarını doğal karşılıyorum. Ama doğru bilgilenmemiz gerekir, her aşamada birbirimizi bilgilendirmemiz ve Adaların korunması için birlikte hareket etmemiz gerekir. Adalar hepimizin, yaşayan herkesin ortak değeri. Elimizdeki koruma mekanizmalarını, mevzuatı lehimize kullanırsak burayı bozmayız. Zaten bozulmuş, şu anda eskiyi geriye getirmek gibi bir mucizeyi gerçekleştiremeyiz. Ama elde kalanı; hiç olmazsa daha fazla bozmamayı sağlayabiliriz. Duyarlılıklar iyidir. Birbirimiz iterek, kakarak, döverek gidemeyiz.
Adaların tarihsel, sosyal ve kültürel değerlerinin daha görünür olması için ileriye yönelik planlarınız neler? Bu bağlamda Büyükada Rum Yetimhanesi ile Heybeliada Sanatoryumu ve Ruhban Okulu ilk akla gelen yapılar. Son durumunu anlatır mısınız?
Büyükada Rum Yetimhanesi 1964’e kadar faaliyette bulunuyor. O zamandan beri boş bina. Adanın soğuğuna, yağmuruna, rüzgarına, doğadan gelen her tür olaya, yangınlarına 60 yıldır sadece kendi başına direniyor. Kendisi ayakta kalmış, biz ayakta tutmamışız onu. 2019’daki seçimlerden sonra İBB oraya bir baktı, ne yapabiliriz diye. Çünkü mülkiyet Patrikhane’de. Onların tabii ki söz söylemesi gerekiyor. Patrikhane ile de görüştük o sırada. İBB binayı dijital olarak belgeledi, rölöve çizimlerini yaptı ve bu çalışmalarını Anıtlar Kuruluna sundu. O aşamada Yetimhane’nin bahçesinde, Sayın Patrik de gelmişti, burayı ayağa kaldırma niyetimizi ifade eden bir toplantı da yapmıştık. Onların da böyle bir niyetleri var, fakat gelinen noktada içeriğinin ne olacağına karar verilmiş değil. Her geçen gün zaman kaybı, yeniden yetimhane olamayacağına göre ne olacağına karar verilip hızla restorasyonuna geçilmek durumunda. Konuyla ilgili çalışan mimarlar, proje hazırlayanlar var ama nihai bir aşamaya gelmiş değil. Merkezi yönetimle de görüşeceklerdir kuşkusuz, o aşamada bütçesi çıkar ve başlanır. Bunlar bir gayrimüslim meselesi olduğu için yine de merkezi hükümet bu süreçte olmak ister. İşin belki Yunanistan kısmı da vardır, bütçe bakımından. Onların kendi iç meseleleridir.
Sanatoryum meselesine de değinelim. Heybeliada Sanatoryumu aslında Cumhuriyet henüz bir yaşındayken, 1924’te kuruluyor, 2005 senesinde kapatılıyor. Birisi idari kısım, biri hastane kısmi olmak üzere iki parsel var. İkisinde de tadilat, tamirat yapmak gerekiyor. Pandemi başladığında yazıyla talepte bulunduk; salgın var ve dolayısıyla sağlık hizmetlerine kullanılsın istedik ama olumlu sonuç alamadık. Daha sonra da oranın bir parselini Orman Bakanlığı’na, birini de Diyanet’e tahsis ettiklerine dair bilgiler aldık. Bu ikisi için de yürütmeyi durdurma başvurularını mahkemeye yaptık, yargı yolları denendi.
Sanatoryumun bir sağlık kurumuna dönüşme ihtimali var mı? Adalar’da tam teşekküllü bir sağlık kurumu yok.
Tabii yok. Sadece Büyükada’da bir-iki doktor olan ama ameliyat yapamayan bir yer var. Diğer adalarda da birer doktor var, tıbbi müdahale gerektiren hastalarımızı İstanbul’a gönderiyoruz.
Heybeliada Ruhban Okulu siyasi nedenler kapatılmış durumda, zaten yeniden açılması için siyasi karar verilmesi gerekiyor. Biz bina bakımından konuşuyoruz, orası biraz daha aslında iyi gitti. Yavaş yavaş oranın restorasyonuna geçildi. Boş duruyor ama Patrikhane’nin orada görevlileri var, fiilen açık ama eğitim yok. Oranın elden geçirilmesi konusunda olumlu gelişmeler var. İki sene önceki Heybeliada Ruhban Okulu Metropoliti Amerika’ya tayin oldu. Yetimhane daha elzem görünüyor.
Geçen yıllarda olduğu gibi bu sene de Çelik Gülersoy Kültür Merkezinde ve Adalar Müzesinde sergi, toplantı, panel, anma ve dinletiler düzenleniyor. Bu etkinlikler oldukça ilgi görüyor. Adaların kültür ve sanat hayatını nasıl değerlendiriyorsunuz? Belediye ve diğer paydaşlarla projelerinizden bahseder misiniz?
Aslında en büyük projem, gerçi yetiştiremedim ama... Buradan yolu geçenler, Troçki dahil, bunlar adada (bilinçlere çok yerleşmedi dediğim o), çarşıda örneğin bugünkü ekonomik koşullarda para kazanmak için ticaret yapıyor buranın esnafı vs yerlisi, konuyla ilgisi yok. Bunlar daha çok kitaplarda var, bunları bir hayatın içine dahil edebilir miyiz diye düşünüyorum. Tabii adada bunun güçlükleri de var, bir köşe başında Troçki’yi gösterebilirim, heykel olmayabilir bu ama başka bir şey olabilir, resim olabilir. Bir köşede Nazım Hikmet’i gösterebiliriz, Hrant Dink’ı gösterebiliriz. Bunu hayatın içinde görünür hale getirebiliriz. Kafamı aslında en uzun süredir kurcalayan konulardan birisi bu, fırsat olursa bir şekilde yapmaya çalışacağım. Bir köşe başında çıkması hoş olmaz mı? Sözlü ya da yazılı tarihten çıkartıp adaların içinde canlı hale getirmiş oluruz. Sait Faik Abasıyanık Burgazada ile özdeşleşmiştir, iyi ki orada bir müzesi var. Heybeliada’da Hüseyin Rahmi Gürpınar bir dönem müzesi olmuş ama şimdi değil. Bir aşamada mülkiyeti vakıflara geçmiş, evin de tamir ve tadilatı gerekiyormuş, içerideki eşyaları toplanmış ve müze vasfı kaybettirilmiş. Şimdi vakıflardan müze yapılmasını istedik. Tekrar müzeye dönüştürülmesi için binanın tamirat, tadilat görmesi gerekiyor. Buraları çok dikkatli yönetmek gerekiyor.
Gelen turistler hakkında ne düşünüyorsunuz? Yönetim ve idare planlarınız neler?
Bence Adaların, Türkiye’nin şu bulunduğu noktada, en büyük avantajı bu renkliliği, sayıları az da olsa gayrimüslim arkadaşlarımızın hala varlıklarını sürdürüyor olmaları, Ermeni, Rum, Yahudi ama onun dışında Müslüman Türk, Kürt, Alevilerin bir arada barış içinde yaşamasıdır. Bizim açımızdan çok kritik ve önemli. Şu anki mevcut turizm politikası planlanmış bir politika değil. Türkiye göç alan bir ülke. Dolayısıyla çok günü birlik politika var, planlanmış ya da yönlendirilmiş değil. Eğer bir şey yapacaksak, bu saydığım farklı zenginliklerini öne çıkartan bir turizm politikası olmak durumunda. Sadece denize girilen bir sayfiye yeri olmasından öte, kışlık hayatının daha canlanması bakımından ben bu insan zenginliğini önemsiyorum. Burada dini binalarımızdan, ibadethanelerimizden de göreceğiz. Bu niteliği ile zaten bence turizm planlanmalıdır. Yemeği ile, eski Rum, Ermeni ve Yahudi kültürünü, sadece dini kültürünü değil, günlük yaşamındaki kültürünü de burada görünür kılmak mümkün. Ve bu daha bilinçli bir turizm politikası olabilir.
6-7 Eylül yaklaşıyor. Burada da bir anma, panel düzenlenecek. Lefter Küçükandonyanis’i de biraz öne çıkartan bir biçimde o dönemde acı çeken insanlarımızı anıyoruz. Türkiye’de, İstanbul’da yaşanan her şeyi burada da yaşadık. İnsan hakları ihlallerini de, anti-demokratik her şeyi yaşadık. Ama an itibariyle mutlu olduğum taraf adada bu farklılıklar arasında yaşarken bu nedenle bir sorun çıkmaması. Düğününe, cenazesine birlikte gidebilmesi.
Adalılar ile konuştuğumda duyduğum öne çıkan başka bir konu ise yazın akın eden turistler ve turizmin yönetilmesi oluyor. Halkın bu konudaki şikayetlerine yönelik neler söylersiniz?
Bu konuda elitist değilim. Tabii ki Adaların korunması gerekiyor, yazın burada yangın ve temizlik gibi bir sorunumuz oluşuyor, çok fazla ziyaretçiden dolayı. Yetişemiyoruz, temizliğe yetişemiyoruz. Belediyenin kapasitesi bunu karşılayacak bir seviyede değil. Elimizden geldiği kadar yetişmeye çalışıyoruz. Ama bir de, sağ olsun adalılar da öyle, hepimiz yangın tehlikesine karşı tetikte oluyoruz. Milli ve dini bayramların yaz dönemine rastlaması halinde ücretsiz geçişler nedeniyle Adaların kapasitesi zorlanıyor. Bazı kesimlerde “ücretsiz geçiş olmamalı, Adalar muaf tutulmalı” gibi fikirler de var. Ben bunun da sınıfsal bir sorun olduğunu düşünüyorum. İstanbul’da yaşayıp, Boğaz’ı, Adaları, görmeyen milyonlarca insan var. Onlar için bu hayat pahalılığı karşısında buraları görebilecekleri tek zaman dilimi ücretsiz geçiş olduğu günler. Onların bu hakkına saygı duyuyorum. Onları zaten her şeyden yoksun bıraktık, bir de denizden, Adalardan ve Boğaz’dan yoksun bırakmamalıyız. Ama şu yapılabilir; aldığımız turlar vs planlanabilir, belli bir kapasite sınırlaması olabilir. Temizlik konusu görevimizdir, “elemanımız yetersiz” dememeliyiz, yapmak zorundayız. Bunu mazeretsiz söylüyorum. Adaya geliş planlaması yapmak için kurumların ortak çalışması gerekiyor. Adalar Belediyesi ya da İBB’nin tek başına çözebileceği bir sorun değil. Bir güvenlik meselesi de var.
Troçki’nin öldürülmesinin 83. yılında bir anma paneli düzenlendi. Yapılan konuşmaların ortak noktalarından biri Büyükada’nın Troçki’nin hayatındaki yerinin önemi, bir diğeri Troçki’nin evinin restore edilerek bir araştırma merkezi haline gelmesi… Bu konuda yapılması planlanan çalışmalar neler?
Troçki Evine değinelim. Orası özel mülkiyet, sahibiyle iki kez görüştüm. Kendisi de eğer bütçesi bakımından da ilerleyebilirse binanın çökmeden toparlanıp ayağa kaldırılıp yeniden yapılmasına olumlu bakıyor. Belki müze yapamayız çünkü Troçki’den bize kalan bir şey yok neredeyse. Bir Troçki merkezi yapılabileceğini belirtiyor. Ama bu ne zaman gerçekleşebilir bilmiyorum. Aslında burada birçok değer var. Nazım Hikmet’in de burada zamanı geçiyor; Aziz Nesin, Sait Faik Abasıyanık, Hüseyin Rahmi Gürpınar var… Birçok isim sayabiliriz. Adada yaşayıp da bunları bilmeyenler de var. Belki onlara biraz anlatabiliriz. Aynı zamanda İstanbul’dan ve dünyadan da ilgi duyan olursa onların da bağlarını kurabilmek isterim. Troçki önemli, politik figür bakımından tartışmıyorum, kişilik olarak da önemliydi.
Gazetecilikten belediye başkanlığına geçiş sürecinizi, geride bıraktığınız süreyi nasıl değerlendirirsiniz? Malum yerel seçimler yaklaşıyor.
Evet, yedi ayımız var. Belediye başkanlığı bir meslek değil. Ben de başlarken “Çok iyi bilirim belediyeciliği” diye başlamadım. Öyle bir iddiam da yoktu, hala yok. Belediye aslında halkla birlikte bulunduğunuz yöreyi yaşanabilir bir yer hale getirmek, o halde tutmak ve bu yaşanabilir niteliğini korumaktır. Orada yaşayan başta insanlar olmak üzere bütün canlılara saygı duymak, haklarını, hukukunu korumak, onlarla bir kardeşlik ve komşuluk hukuku oluşturmak. Tabii ki belediyecilikten kaynaklanan temel sorunlarımız var, yol, şu park vs. bunları zaten yapacağız, bunlar zaten görevdir. Bunlara hiç değinmiyorum bile. Aslolan burada bir kardeşliği korumaktır. Bir de bizde genellikle devlet güçlüdür, otoriter bir devlet anlayışı vardır öteden beri. Yerel yönetimlerin otoriter olmasını doğru bulmam. Daha demokratik olacak, sokaktaki halk belediye, kaymakamlık ya da valilik karşısında ezilmeyecek. Elbette meydan okumayacak kimse kimseye ama herkesin haklarına riayet edilecek. İnsanın saygınlığı temel felsefe olacak. Ben belediyeciliğe böyle baktım ve bu zamana kadar da böyle uyguladım. Belediyecilik hizmetlerinde mutlaka aksama olmuştur, kusursuz bir belediye başkanıyım diyemem. Ama niyetim iyiydi, hiç kötü niyet yoktu. Hata yapabilirsiniz ama kötü niyet nedeniyle yapmazsınız. Bir insan olarak, yurttaş olarak saygı görmelerini, kurumların onlara saygı göstermesi gerektiğini savundum. Saygının büyüğünün kurumlara değil, insana gösterilmesi gerektiğini felsefe olarak benimsedim. Dünyaya bakışım da böyle. Bundan sonra kalırsam -bu benim niyetimden bağımsız bir şey biliyorsunuz Türkiye’deki politik ortamı- yine böyle davranacağım. Tabii ki adanın sorunlarını da her türlü çözmeye çalışacağız. Bundan sonraki dönem ben olursam temel bakış açımız Adaların ve adalıların korunması yönünde olacak.
Şalom okurlarına ve Türk Yahudi toplumuna bir mesajınız var mı?
Kardeşiz. Biliyorsunuz hem yazlıkçı, hem kışın da oturan kardeşlerimiz var. Burada ibadethaneleri var, Adalar Yahudi Cemaati var, sık sık görüşüyoruz. Yahudiler bu toprakların kadim halkı. Adaların ve Türkiye’nin kadim halkı. Kendilerine geçmişte bu topraklarda yeterince sahip çıkamamış olabiliriz, ama buralar onların da vatanı. Hiçbir sorunumuz yok. Ben onlara burada etnik ya da dinsel kimlikten dolayı diğerlerinden daha farklı bakmam. Buranın birinci sınıf insanlarıdır.